#

REÇELLİ EKMEK

     Ağaçlar savruluyorlardı rüzgârın şiddetiyle.  Rüzgâr ezici gücünü vurgulamak istercesine ağaçları savuruyor, son kalan sarı yapraklarını acımasızca koparıyordu. Çaresiz bir kabulleniş vardı belki de ağaçta. Ne yapabilirdi ki? Rüzgâr güçlü kendisi ise yorgundu hayata karşı. Kış aylarının tam ortasıydı şimdi. Çetin soğuk kaplarken tüm sokakları, o yakıcı hissiyle ben buradayım diyordu adeta. Soğuktu hava. Ağaçlara yapraklarını döktürecek, martıları göç ettirecek kadar soğuktu. Ama bundan daha soğuk şeyler vardı bu dünyada. Daha soğuk ve daha tehlikeli şeyler… Bir insanın kalbinin soğukluğuydu mesela. Sevgi ve merhametle yoğurulamamış sadece soğuk ve boş bir kalp. Ne de acımasızca bir ağrıydı bu! Sevgi gibi kendini çabucak kabullendirebilen bir duyguyu bile benimseyemeyen; her şeyden, herkesten uzak bir kalp… Ne de garipti. Sevgisiz bir kalp olabilir miydi ki?

   Dört yaşındaki küçük Yezra ihtimal vermezdi böyle şeylere. Herkesi tıpkı kendi gibi zanneder, kalplerin sevgiden ve gülümsemelerden oluştuğunu düşünürdü. Çünkü annesi ne zaman gülümsese kalbi sıcacık olur mutlulukla dolardı içi. İşte tamda bu yüzden soğuk kalplerin varlığına ihtimal vermez, ısrarla kabul etmezdi. Bir yavru kedinin bile sevgiyle soğuk kış gecelerini atlatabileceğine inanır, kuşların çıplak ağaç dallarında hayata tutunduğunu düşünürdü. Çünkü aile olmak böyleydi. Belki yavru kedinin bir sıcak kulübesi yoktu ama sevgiyle bakan annesi, kendisi gibi küçük kardeşleri vardı. Bir ailesi vardı. Yetmez miydi küçük kediye? Veya bir karınca akşam ailesinin yanına döneceğinin huzuru ile çalışmaz mıydı tüm gün var gücüyle? Bunlar aile sevgisi değil de neydi? Besbelli öyleydi işte.

   Aile… Dört harften oluşma kısacık bir kelime. Ne de garip! Oysa taşıdığı anlam pır pır ettiriyordu insanı. Geçmişin özlemi ve huzuru ile yoğrulmuş buruk tebessümlere sebep oluyor fark ettirmeden gözleri dolduruyordu ansızın. Aile… Kimimizin imtihanı, kimimizin fedâkârlığıydı belki ama hepimizindi işte. Her birimizin içinde dolu dolu hissettiği, varlığı ile huzur bulduğu şeydi.

   Sahi aile nasıl hissedilirdi ki? Veya aile neydi? Düşündü küçük kız, aile onun için neydi? Babasının eve gelirken getirdiği ufak peluşlar mıydı? Yoksa annesinin sabahları isteği üzerine itina ile sürdüğü reçelli ekmekler miydi? İlk başta tereddüt etse de cevabı bunlar değildi. Hayır dedi kendi kendine. Farkında olmadan mırıldanarak ‘Öyle olsa ohooo şimdiye bir sürü oyuncağım olurdu. Babam her gün bana oyuncak almak zorunda kalır annemde sabahları istemesem de reçelli ekmek sürerdi. Ama öyle değil ki.  Hem babam bana peluş oyuncak almasa da beni hep seviyor, annem bana sadece istediğimde reçelli ekmek sürüyor. Ailemi hissetmem için gerekli olan şey peluşlarım veya sevdiğim yemekler değil’ dedi. Evet, küçük Yezra peluşları ve tatlı şeyleri çok seviyordu fakat bazen hissettiklerinizi sevdiğiniz şeylerle açıklayamazdınız veya açıklasanız bile yeterli gelmeyebilirdi. Tekrar düşündü küçük Yezra, belki de sadece annesinin o tatlı sesiydi aile; ya da babasıyla trencilik oynadığı o anlardı. Ne demeliydi ki? Kafası karışmıştı şimdi.

   Ailesi onun hep yanında, yakınındaydı. Ne zaman gök gürültüsünden veya köpek seslerinden korksa annesi ve babasının yanına kıvrılır sakince beklerdi. Ailesinden hiç korkmaz aksine onların yanında güvende hissederdi. Ama gökyüzü bazen korkutucu olabiliyordu. Hem yakınında da değildi. Üzüldü küçük kız. Oysa bu sefer bulduğunu düşünmüştü. Çevresine daha dikkatli bakmaya başladı. Neyi atladığını bulmaya çalışıyordu. Fakat küçük Yezra’ nın farkında olmadan atladığı en büyük gerçek kendisinin henüz küçük bir çocuk olmasıydı. Kendisi, masum ve saf tebessümlere sebep olan düşüncelerinde bir aksaklık görmüyor aksine doğru yolda olduğuna inanıyordu. Oysa Yezra’ nın hayat hakkında bilmediği çok şey vardı.

   Mesela tek korkutucu ses, gök gürültüsü değildi bu hayatta. Kimi yaşamlarda adım sesleri kabuslara sebep olurken bu çok masumca bir düşünceydi.  Her annenin sesi evladına huzur vermiyor, her baba çocuğuyla trencilik oynamıyordu bu dünyada. Veya her çocuk Yezra gibi ailesinin yanında güvende hissedemiyor, sabahları annesinin reçelli ekmeğini yiyemiyordu. Hatta bazı çocukların ailem diyebileceği bir yakını, evim diyebileceği bir çatısı bile yoktu. Küçük Yezra masumdu çünkü çocuktu. Çocukların saf kalpleri bu iç burkan gerçekleri kavrayamazdı. Yezra da kavrayamıyordu. Bu koskocaman evreni kendi ve ailesi gibi zannediyor herkesin mutluluk ve sevgi ile yaşadığını düşünüyordu. Dediğim gibi çünkü çocuktu. Ama işte her çocuk bu saflığıyla kalamıyordu bazen. Hayat adil değildi. Kimisine türlü zenginlikler sunarken kimisinden varını yoğunu alıyor, elindekiyle yetin diyordu. İşte hayat tam olarak ta buydu ama Yezra’ nın bu küçük yaşında bunları bilmesine gerek yoktu. Sonuçta eninde sonunda hayat gerçek yüzünü küçük Yezra’ya da gösterecek tanıtacaktı kendini. Masum düşüncelerinin gerçekliğini sorgulatacaktı acımasızca. Kendinden şüphe ettiricek ansızın üzüverecekti Yezra’yı.

    Lakin küçük kız henüz bunları bilmiyor, kendinden ve düşüncelerinden şüphe etmiyordu. Aklı hala aile kavramında takılı kalmış kendince somutlaştırmaya çalışıyordu. Ansızın kızın aklına bir düşünce geldi. Acaba bu sefer gerçekten bulabilmiş miydi? Kendi kendine konuşmaya başladı, sanırım aile benim kavrayabileceğim bir şey değil. Oysa çok yaklaşmıştım ama etrafımdaki hiçbir şey bana aile gibi hissettirmiyor. Gerçi hissettirse o zaman ailem o olurdu dimi? O zaman ailem, ailem olduğu için mi ailem oluyor? Ayh anlamadım ben! Hem bu kadar düşünmeme gerek yoktu ki. Sonuçta beni ninnileriyle uyutan bir annem, benimle oyunlar oynayan bir babam var. Bunlar benim için yeterli olmalı. Küçük kız farkında değildi fakat bulması gereken cevap işte tamda buydu.

   Bazen bir şeyi açıklamak kifayetsiz kalırdı bu hayatta. Siz her ne kadar anlatabileceğinize ya da kavrayabileceğinize inanansanız bile tıkandığınız zamanlar olurdu. Kendinizi çıkmazda hisseder ve sıkıştığınızı düşünürdünüz. Oysa yapmanız gereken tek şey düşünmeyi kısa bir süreliğine de olsa bırakmaktı. Zihninizdeki o keşmekeşi bir kenara koymalı, bu kadarı yeterli diyebilmekti.

   Aileniz, arkadaşınız veya genel olarak hayat bazen açıklamaya değil sadece yola devam etmenize ihtiyaç duyardı. Kavramsal açıklamalar mantıksal olarak bizi tatmin etse bile ruhen tatminlik sadece hissetmeyle olurdu bu hayatta. İşte aile de tam olarak böyleydi. Kelimeler ile açıklayamadığınız kavramlar birçok anlam taşırdı ruhunuzda bu yüzdendi zaten kelimelerin kifayetsiz kalması.

   Mesela aile tam olarak mutluluk demek değildi veya hüzün demek te değildi. İkisini de kapsıyordu. Ama bu çelişki kavrayabileceğimizden çok hissedebileceğimiz bir şeydi. İşte tam da bu yüzden bazen sadece yolumuza devam etmeli ve ilerlemeliydik hayatta. Acısıyla tatlısıyla kabul etmeli düştüğümüzde yanımızdakilerle kalkmalıydık.

   Yezra’ nın yaşı küçüktü. Mantıksal olarak kavrayamayacak olsa bile benliği içten içe hissetmiş ve kabullenmişti bu durumu. Ailesinin sevgisini hissetmek yetiyordu saf kalbine. Bazen annesinin ansızın düşen yüzüne veya babasının dalan gözlerine anlam veremese de zorluğu anlayamayacak kadar küçüktü. Babası ve annesi hayatı her yönüyle tanıyordu belki ama çocukları için çabalıyorlardı. Aile olmak bu değil miydi zaten? Yezra’ nın bir gülümsemesi kalplerini yumuşatıyor, sevimli konuşması huzur veriyordu onlara. Bu dünya Yezra’nın düşünceleri kadar masum değildi. Herkesi bir yerden yaralıyordu işte. Kimisini en yakınım dediği ailesinden vuruyordu kimisini huzur bulduğu yerden. Birçok şeyin farkında olamıyordu Yezra ama olsundu daha önünde uzun bir yol vardı. Gerek tek başına gerekse ailesinin desteği ile yürüyeceği upuzun bir yol. Hayatın önüne ne çıkaracağını bilmiyor daha doğrusu hayatın kendisini tanımıyordu belki ama şimdi bunların düşünülmesine veya küçük Yezra’ nın fark etmesine gerek yoktu. Şu anda yapması gereken tek şey kendisini çağıran annesini daha fazla bekletmeden yanına gitmekti. Yanına gitmeli ve özenle hazırladığı reçelli ekmeklerini yemeliydi. Tıpkı dört yaşındaki mutlu bir çocuğun yapması gerektiği gibi.