#

Mürteza Bedir, Aynı Sırayı Paylaşanlar’da!

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mürteza Bedir Hocamız ile Tanzimat’tan bugüne topraklarımızda din eğitimindeki değişim, dönüşüm süreçlerini; din eğitiminde bulunduğumuz noktayı, İmam-Hatip okulları ve ilahiyat fakültelerindeki eğitim dinamiklerini konuştuk. İlgilisine yeni bir perspektif sunan bu röportaj; imam hatip okulları başta olmak üzere din eğitimine bakış açınızı gözden geçirmeniz için sizleri bekliyor.

Spot cümleler:

  • Bugün bildiğiniz, 1800’lü yıllarda kurulmuş olan tüm rüştiyeler: Galatasaray Lisesi, Pertevniyal Lisesi gibi Tanzimat’ın sonuna doğru II. Abdülhamid döneminde kurulan okullar esasen programlarına bakarsanız: birer imam hatiptirler.
  • Bizdeki geleneksel ilim anlayışı bugün sosyal bilimler ve beşeri bilimler, insan ve toplum bilimleri dediğimiz alanların tamamına denk gelir.
  • Türkiye’de medreselerin asla marjinal bir düşünceyi üreteceğine inanmıyorum.

İmam hatip yıllarınız nasıl geçti?

İlkokul öğretmenim beni devlet yatılıya yönlendirmişti. Babam da imam hatibe gideceksin diye ısrar etmişti. 70’li yılların sonu. Okul 7 yıllıktı ortaokul ve lise şeklinde. İmam Hatip sıralarında iki yıl geçirdim. İki yıl Bakırköy İmam Hatip’te okuduktan sonra hafızlık yapma ve Arapça öğretimi için örgün eğitimden ayrıldım. Orta son sınıf derslerimi Gaziosmanpaşa İmam Hatip’te verdim. Sarıyer İmam Hatip Lisesi’ni de dışardan bitirdim. Fatih Çarşamba İsmail Ağa Kur’an Kursu’nda okudum. O kurs da bir İmam Hatip gibi, klasik medrese eğitimine ilave olarak İmam Hatip derslerini de ihtiva ediyordu. Müdürümüz, müdür yardımcılarımız ve kültür derslerindeki hocalarımız Fatih’teki İstanbul İmam Hatip Okulu’ndan gelirdi. Çok iyi hocalardan ders aldık. Ahmet Özer, Yusuf İzzettin Sav -şimdi sanatla uğraşıyor-, Ömer Adil Dolay derslerimize gelirdi. Çok renkli isimlerdi onlar o yıllarda.

Marmara İlahiyat ve akabinde Londra’da görüyoruz sizi. Marmara İlahiyat süreci nasıl başladı?

6 yıl boyunca sürekli medrese usulü klasik Arapça eğitimi aldım. Hep İslami ilimlerde, ilim yolunda yürümek vardı aklımda. Fakat üniversite sınavlarına girince bir dalgalanma oldu, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji’ye gittim, bir yıl okudum. Sonra ilimden uzaklaşacağız düşüncesiyle Mısır’a Ezher’e gitmeye karar verdim. O yıllarda Ezher modası vardı. İlmimizi daha iyi ilerletelim diye imam hatip öğrencilerinin çoğu Türkiye’de bir üniversiteyi kazanabilecek olsa bile Ezher’i tercih ediyorlardı. Ben de Boğaziçi’ni bıraktım Ezher’e gidecektim fakat babam müsade etmedi. Bunun üzerine ilahiyata gideyim dedim. O zamanlar İstanbul’da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tekti. Orayı tercih etmiş olduk.

İslam Hukukuna olan ilginiz ilahiyat sıralarında mı gelişti?

İlgimin başlangıcı çok daha eski. İslam Hukukuna olan ilgim medreseden geliyor. Medreseler biraz hukuk fakülteleridir, biraz felsefe ve düşünce okullarıdır. Merkezinde  hukuk vardır. Klasik Osmanlı medrese eğitimi tarzında temel eğitimi tamamladıktan sonra bir de üzerine ihtisas bölümü oluşturulmuştur.  İsmail Ağa’da benzer bir program vardı, fıkıh ihtisasıydı ve ben o yıllarda, 15-16 yaşlarında kararımı vermiştim. Klasik medrese müfredatındaki ibadetten, Nûrül-İzah’tan başlayıp sonra Osmanlı medreselerimizin temel hukuk kitaplarını okumuştuk. Fıkıh alanında ihtisastan geçmiştim, ilahiyata geldiğimde. Hukuk ile alakam buradan geliyor. İlahiyattayken de acaba felsefeye mi gitsem diye bir tereddüt geçirmedim değil. Hatta o zaman Marmara İlahiyat’ın renkli simalarından Necip Taylan ısrar etti felsefeye gitmem için ama kararımı vermiştim oradan sapmadım.

Felsefe demişken din eğitimindeki gerçeklikten de bahsetmiş olalım. Sorularımızdan biri sizin hikâyenizle içli dışlı. Din eğitimi ülkemizde devlet eliyle üniversitelerde, imam hatip okullarında veriliyor. Aynı zamanda dışarıda takviye eğitimler alınabilecek çok fazla seçenek bulunuyor. Bu bir yandan marjinalliğe yönlendirebilir mi, ya da devlet eliyle olması tam tersi yönden bir kısıtlayıcılık barındırıyor mu? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de din eğitiminin bir imam hatip, ilahiyat ve İslami ilimler adıyla yürüyen, orta öğretim ve yükseköğretim akışı var. Bir de modern Türkiye’nin doğuşuyla ilgili birtakım politik, siyasi, ideolojik çekişmelerin bulunduğu bir başka boyut var. Bu da medreselerin 1924’te lağvedilmesinin doğurduğu bir travma, bir kriz halidir. Medreseler aslında orta öğretim ve yükseköğretimi temsil ediyordu. İlköğretimden yükseköğretime kadar çeşitli medreseler vardı. Onlar lağvedildikten sonra ya da milli eğitim sadece imam hatip ve ilahiyat tarzındaki sistemi kabul edip diğerlerini dışarıda bırakınca bu Türkiye’nin merkezinde olmasa da çevresinde çok ciddi sorunlar ortaya çıkardı. Eski eğitime göre eğitim almış ve o ideali benimsemiş insanlar bunu yaşatmak istediler ve yaşattılar da. Çok uzun süreler yer altında baskı döneminde geçti.

Çok partili sisteme geçilmesinden itibaren yavaş yavaş demokratik imkânların açılmasıyla beraber, bir taraftan imam hatiplerin bir taraftan da Kur’an kurslarının önü açıldı. Kur’an kurslarının üzerinden de aslında medreseler yani eski sistem eğitimin de önü açılmış oldu ve bu 1980’lere kadar da çok fazla merkez şehirlerde olmadan çevrede yürüdü. Karadeniz’de, Ege’de, Balıkesir’de, Denizli’deki bir kişi zaten Osmanlı medresesi mezunuydu veya medrese eğitimi almıştı. Mezun olmak üzereyken sistem değişti bir anda dışarda kaldılar. Ticaret vesaire ile uğraşırken aynı zamanda da ilim öğretmeye başladılar. Medreselerin kapatılmasıyla, ilim alanında uzman olan, yetkin olan kişiler devletin verdiği eğitime güvenmemeye başladılar. Yani devlet aslında yeni bir sistem kuruyor. Burada da devletin yeni ideolojisi 1930’larda çok belirgin hale gelmişti. Geri dönüştürme, dinde reform yapma gibi birtakım kaygılar taşıyan devlet ve onun yaptığı politikalar söz konusuydu. Bu politikalara bir tepki olarak geleneksel eğitim alanında olanlar buna güvenmediler, hatta dinimizi bozacak bu sistem gibi bir şüpheye kapıldılar ve o sebeple dışarda kalarak ilim öğretmeye devam ettiler. Hakikaten o yıllarda ciddi anlamda problemler vardı. Ezanı Arapça olarak minarelerden okumak yasaktı 1950’ye kadar. Eğitim üzerinden reformları devreye sokma planı vardı. Bütün bunlara karşı o geleneksel yapılar bir tepki olarak medreseyi yer altından da olsa yaşatmaya devam ettiler. Merkezde devlet, modernleşme projelerini devreye soktu ama çevrede bunlara uzun bir süre göz yumdu.

Devlet, imam-hatipleri ve önce yüksek İslam enstitülerini sonra ilahiyat fakültelerini kursa da devletin niyeti ne olursa olsun; vatandaşın iradesi oraya yansıdıkça, buralar bizim daha meşru görüşlerimizi ve kendi dinimizi sahih ve sağlıklı biçimde okutabileceğimiz merkezler haline gelmeye başladı. Geleneksel çevrelerdeki kuşku ise o tarihsel tortular mevcut olduğu için hep devam etti ama ben o kuşkunun büyük ölçüde giderildiğini düşünüyorum. Çünkü imam-hatipler ve ilahiyatlar, halkın iradesinin yansıdığı yerler haline gelmeye hızla evrildiler.

Şunu da kabul ediyorum: medreselerin bazı avantajlı usulleri, tarzları, yöntemleri modern okullara entegre edilebilseydi, onlar çok daha güçlü hale gelebilirdi. Şu anda, bu geleneksel çeşitlilik güzel bir şey. Farklılık, çeşitlilik olacak ama esas merkez imam-hatipler ve ilahiyatlar olmalı, diğer tüm yapılanlar oradaki öğrencinin formasyonunu, gelişimini ve eğitimini beslemeli. Dışarıdan vereceğimiz takviye unsurlar olmalıdır. Çünkü bunun dışında bir yol şu anda görünmüyor. Tekrar medreseyi açalım, imam-hatibi veya ilahiyatı bırakalım, gibi bir düşüncenin bugün çok fazla uygulanabilir olduğunu düşünmüyorum. Kaldı ki zaten gerçek medrese de kalmadı, onu da bilelim. Osmanlı’nın eğitim sistemini ve Osmanlı-İslam kültürünün taşıyıcısı olan medrese bugün yaşayan medrese değil, sağda solda gördüğümüz şeyler değil. Onlar sadece bazı unsurlar taşıyorlar o kadar.

İlahiyatlar için algının büyük oranda düzeldiğini söylediniz. Peki medreseler için durum nedir?

Unutmayalım ki Türkiye’de cemaatler de geleneksel yapılar da hep milli karakterini korumuşlardır. Bu, tarih boyunca hep böyle oldu. Devlet de bunu bir ön şart olarak buralarda istediği için, çok da Türkiye’de o türden bir marjinal tehlikenin var olduğuna ben inanmıyorum. Şimdi hiçbir yapı, kurulduğu gibi durmuyor. Türkiye değişti, şartlar değişti, insanlar değişti, toplumsal yapılar değişti, politikalar değişti, siyasetçiler değişti. Bu değişim, bütün kurumları etkiliyor. Her şey değişirken, geleneksel yapılar da medreseler de cemaatler de değişiyor kaçınılmaz biçimde. Onlar daha fazla merkeze taşınmak istiyorlar, merkezde etkin olmak istiyorlar. Buna karşılık imam-hatip ve ilahiyatlar büyük bir kitle oluşturdu, artık diyor ki “Ben dini temsil ediyorum, başkasına gerek yok”. Bu bir gerilime doğru gidiyor. Bir taraf doğruyu temsil ediyor diğer taraf yanlışı, dolayısıyla diğer taraf marjinale gider gibi bir fikre sahip değilim. Ama herkes diğer tarafı öyle görme eğilimindedir. Her iki taraf da karşılıklı olarak uç örneklerden hareketle birbirlerine ithamda bulunuyorlar ama ben bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü ne geleneksel yapıları o uç örnekler temsil ediyor ne de ilahiyatı bu uç, televizyona çıkan veya ortada konuşan insanlar temsil ediyor. Türkiye’de medreselerin asla öyle marjinal bir düşünceyi üreteceğine inanmıyorum, öyle bir şey olmayacaktır, olmaz. Türkiye’nin şartları, şu ana kadar edindiğimiz tecrübeler bunun mümkün olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla bu ikisi birbirini inşallah tamamlar. Daha soğukkanlı bir şekilde bu ikisi konuşmalı ve tartışmalıdır. Diğer ülkelerdekinden farklı olarak Türkiye’deki geleneksel yapılarla üniversite veya diyanet arasındaki ilişkiler daha geçişkendir, ikisi ayrı yapılar değildir. Aynı kimseler hem diyanetin hem geleneksel yapıların içinde olabilir. Kanallar açık olduğu sürece ben o marjinalleşmenin olmayacağına inanıyorum. Her iki taraf için de kuşku ve ithamların yersiz olduğunu düşünüyorum.

İmam-hatiplerin tarihinin Tanzimat’a dayandığını söylemiştiniz, bunun sebebini açıklayabilir misiniz?

Biz imam hatipleri 1924 sonrasındaki milli eğitim reformlarının bir devamı gibi görüyoruz ama benim kanaatim İslam dünyasının ve özelde Osmanlı hilafet merkezinin batı ile 19. yüzyılda yüzleşmeye karar verdiğinde ortaya koyduğu bir yeniden yapılanma, nizam verme, Tanzimat adını verdiği bir süreç var; o sürecin doğurduğu okullardır aslında bana göre imam hatip okulları. Şunu kastediyorum 1840’larda artık bu yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu fark ettiklerinde Osmanlı eliti, entelektüel ve âlimi; bir reform yapmaya karar verdiler. Modern meydan okumaların ve özellikle savaş ve rekabet halinde olduğumuz sömürge güçlerinin imkânlarıyla mücadele edebilmemiz için bizim de bir an önce kendimizi düzenlememiz lazım diyorlar ve bu Tanzimat dediğimiz projeyi başlatılıyor.

Tanzimat projesinin eğitime dönük kısmı dönemin maarif eşrafı ve devlet adamlarının “İlkokul, ortaokul lise ve üniversite modeline geçelim, yani artık medreseler geleneksel yapılar bu modern şartlarda bizim istediğimiz türden insanı yetiştirmeyecek, bizim mücadele etmek istediğimiz yapıyla boğuşacak bir yeni insan tipine ihtiyacımız var.” demesi ve en doğru yol olarak da reformu görmeleri itibariyle sıbyan mektepleri, rüştiye, idadiye ve Darülfünun’u kurmaları oluyor. 50-60 yıl alıyor bu ilkokul-ortaokul-lise üniversite biçiminde yapılanma dönemi.  İmam hatipler burada rüştiye ve idadilerdir aslında. Çünkü ilk kurulan rüştiyeleri hemen hemen bütün şehirlerde kuruyor Osmanlı. Devletin bütün önemli şehirlerinde rüştiyeleri kuruyor önce, sonra idadilere geçiyor. Oldukça da iyi bir modelleme yapıyor. İçeriğini nasıl tasarladığına bakarsanız imam hatiplerin bugünkü eğitiminde var olan, kendi kültürümüzden gelen şer’i ilimler ve ilave olarak meslek dersleri dışındaki dersler de aynı şekilde orada var.

Bugün bildiğiniz tüm 1800’lü yıllarda kurulmuş olan Türkiye’de halen yaşayan liseler düşünün örneğin Galatasaray Lisesi, Pertevniyal Lisesi, Sivas merkezdeki, Kayseri merkezdeki rüştiyeler yahut Halep, Şam, Bağdat’taki hemen hemen bütün imparatorluğun önemli şehirlerinde -ki bu okulların binaları da eskidir- Tanzimat’ın sonrasına doğru II. Abdülhamid döneminde kurulan ve hala yaşayan okullardır ve esasen programlarına bakarsanız birer İmam Hatiptirler. 1924’te devlet dini programdan çıkarmaya karar verince İmam Hatipleri küçük dar sadece din ve meslek adamı yetiştirmek için var olan okullar şeklinde tanımlıyor sistem ve ona da İmam ve Hatipler yetiştirme okulları adını veriyor. Diğer liselerdeki müfredatı çıkartıyor. Yani temel problem 3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılmasından sonra alınan kararda ortaya çıkıyor. Dolayısıyla İmam Hatiplerin tarihlerini bence 3 Mart 1924 sonrasındaki Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan değil daha geriden, Tanzimat’tan başlatmalı.

Batı’da bulunan teoloji ile bizdeki ilahiyat fakülteleri yer yer karşılaştırılıyor. İlahiyatlardaki felsefe bilimleri de tartışma konusu oluyor kimi zaman. İlahiyat fakülteleri İslami ilimler eğitimine mi evrilmeli yoksa sosyal ve felsefe bilimleri temelinde teoloji fakültelerinin eğitim modeline mi uymalı?

Batıdan gelenler sadece sosyal bilimlerdir. Felsefe değildir, sosyal bilim grubudur. Onlar da din psikolojisi, din sosyolojisi, din eğitimi gibi yapılardır. Bunun dışındakiler zaten bizim geleneğimizde vardır. Bu ilimlerde modern sosyal bilimler üniversitenin çok temel bir parçası olduğu için sisteme, hem medreselerin sistemine 1914 reformunda hem de ilahiyat programına çok erken dâhil edildi. Bu Osmanlı’nın projesidir. Bu batıdan gelen unsur ya da batı teolojisi eliyle yapılmış bir şey değildir. İkincisi, batının teoloji dediği ile bizim teoloji dediğimiz İslami İlimler dediğimiz, medrese dediğimiz şey aynı değildir. Bizde medrese geleneği çok daha kapsayıcıdır. Üniversiteye tekabül eder. Batıda din sınırlıdır ve din denilen bir alan tanımlanmıştır. Bizde din öyle tanımlı bir sınıra sahip değildir. Hatta ben şunu çok açık ve net bir biçimde söyleyebilirim bizdeki ilim geleneği yani medresenin temel formasyonu bugün sosyal bilimler ve beşeri bilimler, insan ve toplum bilimleri dediğimiz alanların tamamına denk gelir. Bu sebeple ilahiyatlar çok kolay bir biçimde kendi gelenekleri üzerinden bunları inşa ederek bütün bu sosyal ve beşeri bilim alanlarında, anabilim dalları ve uzmanlar yetiştirdi.

İlahiyatlar dediğiniz gibi uzman yetiştirme noktasında yeterli kalıyor mu?

Konunun iki boyutu var. Birincisi, Türkiye’deki eğitimin kaliteli bir biçimde iyi insan yetiştirme süreçlerini ne kadar başardığı sorusu. İlahiyattan bağımsız, genel olarak Türkiye’de çok kaliteli bir biçimde insanları seçip ve onları doğru yönlendirerek toplumun önünde gidebilecek üst kadrolar yetiştirme noktasında iyi bir politika geliştirebildi mi?

İmam Hatibe ortaokuldan başlarsa bir kişi 8 yıl çok önemli bir zaman dilimi ve iyi bir eğitim verilirse biz üniversiteye gelmeden şer’i ilimleri, bütün öğrenciler için bitirebiliriz. Mümkün bu. İmam Hatip imkânları içinde dersi verecek hocadan, derste uygulanacak yöntemden, derste okutulacak müfredata kadar her şey çok iyi planlanabilirse öğrenci üniversiteye geldiğinde, çok iyi bir noktada olabilir. Nitekim bundan 100-150 yıl önce idadiyeler, rüştiyeler kurulduğu zaman rüştiye mezunu nerdeyse lise mezunu gibiydi. İdadiye mezunu nerdeyse üniversite mezunu gibi yetiştirilebiliyordu o yıllarda. Nasıl o yıllarda yetiştirilebiliyorsa yine yapılabilir bu, hatta Türkiye’de lise mezunları 1970’lere kadar üniversite mezunlarından çok daha iyi durumda idi. Mesela bunu kaybettik, bu özelliğimizi gittikçe kaybediyoruz. Bu bir eğitim problemidir.

İkinci kısım ise bizim geleneğimizle modern ilahiyat eğitimi henüz tam olarak bir senteze doğru gidemedi. İnşallah ben o senteze doğru gidecek sürecin başladığını düşünüyorum. Şunu kastediyorum: Şer’i ilimler öğretilirken çok temel bir şey vardı eskiden medrese sisteminde, mesela alet ilimleri denilen ilimler çok iyi öğretiliyordu. Bunlar ortaokuldan, ilkokuldan başlayarak gelen bir sistemdi. Biz ise bunu üniversitede başlatıyoruz. Çok geç kalmış oluyor öğrenci. Alet ilimlerinin 15-16 yaşında bitmesi lazımdır. Eski sistemde öyle idi. Alet ilimleri dediğimiz şey nedir? Dil, edebiyat, belagat, mantık, sarf ve nahivdir. En azından bir şer’i ilim temeli sağlıyor. Bir vizyon, bir perspektif sunuyor. Bunlar çok erken yapılamadığı için, çok geç başlandığı için dikiş tutmuyor.

Bir de tabii ki diğer boyutta geleneksel eğitimden modern eğitime geçerken ilim ehlimizin, ulemanın, elitin artık dönüp analiz etmesi lazım. Neyi terk ettik, terk ettiğimizin meşruiyeti var mı?  Biz gerçekten tartışarak mı bıraktık yoksa birileri dayattığı için mi bıraktık? Eğitim meselesini çok daha köklü ve derinden ama üst düzey analiz etmeliyiz. Hamasi düzeyde tartışmamalıyız. Bunu daha bilimsel yöntemlerle, araçlarla tartışmamız lazım. Bugünün ihtiyaçları ne? Artık bambaşka bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu soruları analiz edecek çok iyi bir entelektüel grubumuzun olması lazım.

Bireysel farkındalığın arttığı günümüzde herkes kendini yetiştirme gayreti içerisinde, bu noktada bizler ne yapabiliriz?

İmam Hatip öğrencilerinin, İmam Hatip müfredatının ortaya koymuş olduğu felsefeyi iyi benimsemesi lazım. Türkiye’de üniversite sınavının getirdiği zorluklar, sıkıntılar ve  sınırlılıklar var bunları kabul ediyorum ama amaç sadece ve sadece bir yer kazanmak olamaz zihin olarak bunun dışına çıkmamız lazımdır. İlim öğrenmek her Müslüman erkek ve kadına farzdır diyor Peygamberimiz. Basit düzeyde ilmihal bilgisi dinini yaşayacak kadar bilgi her Müslüman erkek ve kadına farzdır. Ama okumuş olanın farzı avamın farzından farklıdır bu hadise göre. Meslek dersi Müslüman entelektüel olmanın şartıdır. Elbette bunlar anahtardır. O anahtarın açtığı kapılardan yürümek lazımdır.

Kimler İlahiyat Fakültesine gelmemeli?

Her mümin zaten İslam’ı tebliğ etmekle yükümlü ama özellikle ilim ehli olanların üzerine daha üst düzey bir sorumluluk düşüyor. Sadece meslek edinme gayesi olanlar buraya gelmesinler. Bu bir gönüllülük işidir bu bir peygamber mesleğidir. Rıza-i bari ve tebliğ için, emr-i bi’l ma’ruf nehy-ii ani’l münker için burayı tercih eder insan, öbür sebepler tali olmalı diye düşünüyorum.

KISA KESELİM AYDIN HAVASI OLSUN

Sizi motive eden şey nedir?

İlim beni motive ediyor, hem de çok.

Hangi âlim ya da filozofla demli bir çay içmek isterdiniz?

Ebu Hanife’yi görmek isterdim, Gazali’yi de. İbn-i Rüşd’e de soracağım bir soru var.

Teorisyeni olmak istediğiniz teori?

Ben teoriyi çok seven birisiyim. Şer’i ilimlerin modern/beşeri bilimleri karşıladığı teorisine inanıyorum bunu ispatlayabilirsem çok hoşuma gider.

Hangi türkü?

Hep TRT Türkü açıktır bende. Çok var hangi birini sayabilirim ki, telefonumu karıştırmayın J

Dizi/film izler misiniz?

Hayatı tarihten bugüne değişimlerini göstererek aktaran filmler hoşuma gidiyor. Devrim diye bir dizi izlemiştim çok etkileyiciydi elektriğin hayatımızdan çıktığı bir dünyayı düşünün. Bilgisayarların, makinelerin çalışmadığı bir dünyayı hayal etmişler inanılmaz bir şey. Senarist ve roman yazarlarına hayranım, inanılmaz hayaller kuruyorlar ve bizim dünyamızın eksikliği de bu işte bunu kaybettik.

İlham aldığınız bir kitap?

Sofie’nin Dünyası bana bir hülya verdi. Fakih diye bir roman yazmak istiyorum.

İlahiyatçılar ne değildir?

Ahlaki sınır tanımayan bir insan olamaz.

Söyleyeceğimiz kelimeleri kısaca açıklar mısınız?

Zikirmatik: gülünecek bir şey

Kuantum fiziği: bilimin de değişeceği

İbn Hazm: Bana göre Selefiliğin  teorisyeni