#

Kalksam ve Dirilsem

Mediha Sümeyye Kara[1]


Nasibimize bir Kudüs seferi ve dersi düştü: Bir yerlerden tutmalı ve tuttuğumuz yerden bir şeyler yapmalıyız. Unuttuğumuz yerden hatırlamalıyız, belki de unutmamak için haritaları odaların, sınıfların duvarlarına asmalıyız.

Hep ne deriz? Cuma günleri Müslümanların bayramıdır. Perşembeden okunan selası, yazın camilerden dışarıya taşan cemaati, en çok da annelerimizin sohbet dönüşü getirdiği tabakla cuma gününün farkı hissedilir. Cuma günleri farklı ülkelerdeki camilerden cemaat fotoğrafları sosyal medyadan paylaşılır. Ben de Filistin’den gelen karelere bakar iç çekerdim. Yine aynı iç çekişle Sade Soda’daki Kudüs yazılarını okuyan bu kızın nasibinde Kudüs’te bir cuma geçirmek, bunu da Sade Soda’ya yazmak varmış.

Aksa’nın Daimî Yüzleri
Buna yazı demeyelim, yâd diyelim. Kudüs kelimelerime sığmaz. Kudüs’te cumanın gelişi Fecrü’l Azm Hareketi’nden belli oluyor. Gökyüzünden düşen damlalara rağmen binlerce kişi sabah namazını hep birlikte Aksa’nın içinde kılıyor. Namazdan sonra işleri olanlar işlerine, çocuklar toplarının başına geçiyor. Kubbetü’s Sahra’daki hanım teyzeler de dizlerine battaniyelerini örtüp Kur’an’larını okumaya ve kendi aralarında mülahazalarını etmeye koyuluyorlar. Mescid-i Aksa’da hangi mescide girseniz az çok bu görüntü vardır. Şunu fark ettim de Aksa’da namaz bitse de mescitte hayat bitmiyor. Her an mescitte yaşanıyor; direnişin, ibadetlerin, sohbetlerin de daimî mekânı mescit. Hele Kadim Mescid’de; kenarlarda ders yapan gruplar, Kadınlar Kütüphanesi’nde çalışanlar, en çok da şekerleme yapan amcalar… Hepsi Aksa’nın daimî yüzleri. Biz de bu karede bir duvara yaslanıp ezgimizi dinliyoruz: Kalksam ve Dirilsem.

Kudüs’te Direnmek İçin İlla Taşa Sopaya Gerek Olmadığını Gördüm.


Vakit biraz sokaklarda kaybolarak, biraz Aksa’da muhabbet ederek öğlene yaklaşıyor. Cuma vakti yaklaşırken biz de Şam Kapısı’na doğru çıkıyoruz, çarşıdan geçerken dükkanlardan hutbe olduğunu düşündüğüm seslerin yanı sıra neşidler, ezgiler de kulağımıza geliyor. Çoğundan dinlenen Kuran’ı Kerim’leri duymak içimizi ferahlatıyor. Her zamanki gibi Kudüslüler birbirlerine yoldan geçerken selam veriyor, gülümsüyor. Aslında hep gülüyorlar. Ben Kudüs’te direnmek için illa taşa sopaya gerek olmadığını gördüm; sağımdaki teyzenin oğlu hapiste, İmad abinin dükkanına gelen cezanın haddi hesabı yok. Lakin yüzlerinde kocaman bir gülümseme var. Çarşının ortasında tüm teçhizatı ile bekleyen askerler somurtuyor, onlar ise gülüyorlar. Biz de gülüyoruz çünkü bu cumamız Mescid-i Aksa’da.

“Ne Askerin Miğferi Ne Polisin Copu Ne De Bombalarınız Göz Yaşartır. Bir Tek Gazze Yaşartır Gözlerimizi Çünkü O İçimizdedir.”

Cuma iyice yaklaşırken Şam Kapısı’nda içtiğimiz naneli çay, insanlarla muhabbetimiz de içimizi ısıtmış hâlde Mescid-i Aksa’ya dönüyoruz. Namaz vakti hava yağmurlu olmasına rağmen dışarıda namaza duran birçok kişi var, geç kalanlar Aksa’ya girer girmez ilk yerde hızlıca imama uyuyorlar. Aynı yerde namaz da kılınıyor, top da oynanıyor, kahve de içiliyor. Namaz bitince de kalabalık hızla dağılmıyor; bazı insanlar yemek yiyor, bazıları köşede sohbet ediyor. Bayramlarda dedelerimizin camiden eve gelinceki heyecanı gibi bir atmosfer var burada. Özellikle de düğün çekimi için gelen çiftler dikkatimi çekiyor. Beyaz üzerine kırmızı nakışlı kıyafetleri, ellerinde çiçekleri Aksa’da veriyorlar pozlarını. Biz de bir duvara yaslanıp Kubbetü’s Sahra’yı seyrediyoruz sonra duvarın yanındaki odadan bir davet alıyoruz. Mescid-i Aksa imamlarından Ebu Yusuf bize müezzinler odasında kahve ve çikolata ikram ediyor, hasbihâl ediyor, gelecekten umutlu konuşuyoruz. Camdan dışarı bakınca Kıble Mescidi’nin önündeki Help Gaza yazısına ilişiyor. Bu kare aklıma Semih El Kasım’ın “Ne askerin miğferi ne polisin copu ne de bombalarınız göz yaşartır. Bir tek Gazze yaşartır gözlerimizi çünkü o içimizdedir.” sözlerini getiriyor. “Bir cuma vakti de Gazze’de olmak nasip olur mu?” sorusu zihnimde dolanıyor. Ebu Yusuf’la vedalaşıyoruz.
Mescid-i Aksa’da yapılacak en keyifli faaliyeti yapmaya başlıyoruz; çocuklarla top oynamak. Düz duvarlara tırmanıp, şeytan taşlar gibi vurdukları için oyunun aksiyonu hiç dinmiyor. Oyundan sonra acıkınca Kudüs sokaklarında felafil yiyerek kaybolurken gün batmaya başlıyor. Sanırım Kudüs’te en güzel şey kaybolmak. Her girilen sokağı zihnime kazımaya çalışıyorum, çünkü bunlar benim sokaklarım. Bedenim hep bu sokaklarda olmasa da kalbim, zihnim, dostlarımla hayallerim hep bu sokaklarda geziyor. Gün batmaya yaklaşıyor ve hayallerimden biri daha gerçek oluyor. Şehri bir de akşam görmek için surlara çıkıyoruz. Bu gelişimizin son akşamında Şam Kapısı’nın üstünden Darüsselam Yurdu ile vedalaşıyoruz. İşte böyle geçiyor Kudüs’te bir cuma.

Sahi Ayağımıza Vuran Su Bile Aynıyken Bizi Ne Ayırıyor?
Peki Ya Benim İçindeyken Bile Özlediğim Kudüs’ü İsrail Zindanlarındaki Esirler Ne Kadar Özlemiştir?
Günler geçse de zihnimdekiler geçmiyor. Yafa’da ayaklarımı suya sokarken dalgaların Gazze’ye, İskenderiye’ye, Beyrut’a, Gazimağusa’ya oradan Antalya kıyılarına vurduğu gerçeğini fark ediyorum. Sahi ayağımıza vuran su bile aynıyken bizi ne ayırıyor? Peki ya benim içindeyken bile özlediğim Kudüs’ü İsrail zindanlarındaki esirler ne kadar özlemiştir? Aya, El-Halil’de kendi mahallesindeki Harem’i, İbrahim Camii’ne ne zaman girebilecek?


Benim bu sorulara verebilecek cevaplarım yok. Bunlar, cevabını veremiyorum diye yok sayabileceğim sorular da değiller. Filistin hatta Bilad’üş-Şam coğrafyasının tamamı tüm gerçekliği ile burada… Sadece şunu biliyorum ki bir yerlerden tutmalı ve tuttuğumuz yerden bir şeyler yapmalıyız, unuttuğumuz yerden hatırlamalıyız, belki de unutmamak için haritaları odaların, sınıfların duvarlarına asmalıyız. Abdullah Galip Bergusi gibi 19 yıldır esir tutulduğumuz hücrede 17 kitap yazmalıyız. Eserinde “Bir numaralı hücremde, bir numara olmam gerektiğini öğrendim.” yazıyor. Biz de kendi hücrelerimizde, coğrafyalarımız için bir numaralı olmalıyız. Nasıl bir numara olunur bilmiyorum, düşüneceğiz ve yapacak bir şey bulacağız. Bana hayaller kurduran, en çok da çalışmam ve bir numara olmam fikrini veren kitaptan bir alıntı ile yazımın sonuna gelmek istiyorum. “Usta bir yazar değilim; yalnızca Siyonist işgalcilerin göğsüne kurşun saçmaya tutkun bir direnişçiyim. Silahımdaki kurşun bittiğinde kalemimden başka kurşunum yoktur. Kurşun kalemim… Yazdım ve yazmaya devam edeceğim.”


Vedalar, hasretler bizi üzmesin, kalemlerimiz Özgür bir Filistin’e… Bugün olmazsa yarın bir gün mutlaka…

[1] Sancaktepe Rabia KAİHL mezunu. Marmara Üniversitesi’nde Gazetecilik okuyor. Bilad’üş-Şam’ı okumayı, anlamayı çok seviyor. Bazen grafiker bazen yazar. En çok da gezmeyi sever.