#

Hayata İyelik Eki Kazandırmalı Ama Nasıl?

Rüveyda Korkut[1]

Bu bir hayatı yeniden dinleyelim çağrısıdır!

Hiç bitmez “Aman ne derler!” denen putun sesleri. Hayat boyu peşimizdedir; kimi zaman kapılır gideriz bu seslere kimi zaman kulak ardı ederiz. Nefsimizle mücadelede iş birliği yapan bu dış seslerin bizi ne kadar etkilediğini içten içe biliriz de söyleyemeyiz.

Ne yaptın? Sınavda yüksek puan alabildin mi? Hangi okulu kazandın? Nerede okuyacak, nerede kalacaksın? Derslerini verdin mi? Zamanında mezun olabiliyor musun? Mezun olunca ne yapacaksın? İş bulabildin mi? Maaşın ne kadar? Araba alabilecek misin? Aaa hâlâ evlenemedin mi? Buldun mu bir aday? Ne iş yapıyor, ne kadar maaş alıyor? Tektaş mı beş taş mı? Şundan aşağısı kurtarmaz, vallahi ayıp! Eviniz nerede, kaç odalı? Tatiliniz yurt içinde mi yurt dışında mı? Ne zaman çocuğunuz olacak? Kız mı erkek mi? Hangi şampuanı kullanıyorsun, bizimkinin markası şu. Hangi okula göndereceksin? Özel okul gibisi yok! Derslerinde başarılı mı sizin kız? Dersten sonra hangi kurslara gidiyor? Yüzmeye, at binmeye, jimnastiğe, baleye, kemana göndermemezlik etme sakın! Eee tek çocuk mu olacak? Oğlan olsa keşke!

Derken bu kısır döngü devam ededurur, sorular durmaz. İnsan bir kez “Aman ne derler?” cümlesine yenik düştü mü biricik varlığı olan hayatını diğerlerinin beğenisi ve yargısına göre yaşamaya mahkûmdur. Karakterimizin yeteri kadar sağlam olmaması, ahlak ve maneviyatımızın güçlendirilmemesi, dünyevi konularla mesafemizin ölçüsüzlüğü ve doğruyu yanlıştan ayırt etmede yitirdiğimiz kaygı bu sürecin itekleyici gücünü oluşturur. Aslında bütün bu sürecin kurtarıcı bir cümlesi vardır: “Bu Benim Hayatım!” Ama öyle sokak duvarlarına yazılan külhanbeyi edasındaki cümlelerden bahsetmiyorum. Ya da mobilyalarımızın üstünde yazan “Benim Odam, Benim Dünyam, Benim Kurallarım” klişesinden hiç değil. Meta karşıtı olma iddiasıyla yapılan absürt eylemlerin dahi yine metalaştırmayı meşrulaştırdığı “Bu Benim Bedenim, Benim Kararım!” pankartlarını da kastetmiyorum. Kapitalist söylemin en büyük pazarlama aracı olan reklamların ana unsuru olan senden, benden ve iyelik eki barındıran senaryolarından çoktan geçtim.

Şöyle dolu dolu “Bu Benim Hayatım!” diyeceğiz. Bana bir kez verilmiş, anlamlı olması için çabalamam gereken, hikâyesini bereketli kılmam gereken bir hayat. İşte o hayata sahip çıkmak adına söyleyeceğiz. Meraklı, yargılayıcı ve dışlayıcı olana bir tepki olarak söylerken; diğer taraftan bu tepkiyi bir pazarlama malzemesi hâline getirenlere tutsak olmadan.   

Her şartta kendimiz olabilmek, kendimiz kalabilmek kolay değil.

Özellikle modernizmin hayal kırıklıklarını elinde tutan insan, bugün geldiğimiz noktada ben-odaklı hareket ederken, “kendi” olabilmek, “ben” olabilmek kargaşasında yol alırken… Bir taraftan “Aman ne derler?” ifadesindeki çoğul zamirler; hani şu baştaki bitmeyen soruları soranlar, diğer taraftan buna zemin hazırlayan dünya düzeni; reklamlar, sloganlar, şirketler…

Tarihin kırılma noktalarında yeniden tanımlanan “Ben” kavramı, modern dönemin düşünce atmosferinde “yeni bir Tanrı” olarak ortaya konulan insanın vazgeçilmezi oluyor. “Ben-odaklı” yeni eğilimi şöyle tarif ediyor Rainer Funk, Ben ve Biz: Postmodern İnsanın Psikanalizi adlı eserinde: “Postmodern ben-odaklı karakter, özgür, bağımsız bir biçimde, kendini kural ve ölçülerle sınırlamadan, bütün gücüyle kendi hayatını kendisi belirlemeye çalışmaktadır.”

Bu eğilimin sonucu şu kaçınılmaz cümlelere çıkıyor:

“Kimse beni sorgulayamaz, yargılayamaz; ne yaptıysam, nasılsam ben benim!”

“Doğruluk nedir ki? Sana göre öyleyse, bana göre de böyle.”

“Dün öyleydim, bugün böyle.”

İnsan işleniyor.

Burada durup sosyal medya platformlarına, televizyon ve internet reklamlarına, büyük marka ve şirketlerin sloganlarına bir kulak verelim. Ne diyorlar?

“Yapamayacağın hiçbir şey yok!”, “Bugün yaşamaktır. Yaşamak yaratmaktır.”, “Aş kendini!”, “Farklı düşün…”, “Sadece yap; mümkün olmayan hiçbir şey yoktur!”, “Sen de katıl!”, “Burada kal!”, “Ne varsa sende var.”

Pazar ekonomisinin günümüzdeki kültür kapitalizmine doğru evrilişi, teknolojik gelişmeler ve toplumsal pratiklerdeki karşılığı, telkinin gücü yeni insanın nasıl işleneceğine dair yöntemleri belirliyor. Ürün odaklı pazarlama stratejileri tüketicilerin markalar üzerinden ürünlere daha farklı anlamlar yüklemesini desteklemekte. Bugün geldiğimiz noktada ürün değil, yaşantılar ve hayat tarzları üretilip pazarlanıyor: tüketici, artık Reebok ayakkabı giyenlerin daha aktif, Apple akıllı saat kullananların daha sağlıklı ve fit, Marlboro sigarası içenlerin iç dünyalarının zengin olduğuna inandırılıyor.

“İnsanda bir yandan sadece bir şey sunulurken, seçimin onun kendi irade özgürlüğüne bırakıldığı uyandırılıyor. …kullanılan taktiğe göre o, bir yandan “kral” olduğuna, yani kararlarında tamamen özgür olduğuna inandırılmalı, öte yandan da telkinin farkına varmamalıdır.”

Sınırsız görecelik, tanımsız gerçeklik ve ikna edilmişlik bize aydınlık bir yol çizmiyor. Adını koymadığımız bir hayat, başkalarının olmaya mahkûm. İnsanları razı etmek ulaşılamayacak bir gaye, bunu biliyoruz artık. Ulaşılamayacak olanı terk edip, terk edilemeyecek olana ulaşmayı amaç edinip, kimi razı edeceğimizi hatırlayalım. En önemlisi de hayatı yeniden dinleme çağrısına kulak verelim.

Şairin dediği gibi:

“İnsanlar ne der?” diye kahrolası bir put vardır!

Eğer o putu yıkarsak her şey olur…

BAKMADAN GEÇME

İZLE

The Truman Show

OKU

Rainer Funk, Ben ve Biz: Postmodern İnsanın Psikanalizi


[1] Kadıköy AİHL mezunu. Tarihçi & Mimar. Düşünmeyi, üretmeyi ve şehirlerde gezgin olmayı seviyor. Gençlerle yol alıp hikâyeler biriktirmek en sevdiklerinden.