#

AİLEMİN ÜYESİ BEN!

O yüzden vakit çok geç olmadan ailemizi tanıyalım ve soralım; gençken en sevdikleri yemek neydi, en çok hayalini kurdukları şey neydi, nelerden hoşlanırlardı, nelerden korkarlardı, en çok hüzünlendikleri olay neydi, en heyecanlandıkları gelişme neydi, hastalandıklarında ne yaparlardı, karnelerini kendi ailelerine nasıl gösterirlerdi, gelecekten ne ummuşlardı?

Genel olarak herkes ailesini, ailesinin nereli olduğunu, nereden ve ne zaman geldiğini, nerelere yerleştiğini az çok bilir. Bunun yanı sıra ailemizin soyadının ne anlama geldiği veya nasıl konduğu gibi hikayelere de vakıfızdır. Bu bizim aidiyet ihtiyacımızı karşılayan yegâne durumlardan biridir. Ancak ailemizi genel olarak biliyor olsak da aile üyelerimizi ne kadar iyi tanıyoruz?

Aile üyeleriniz hakkında pek de bilgi sahibi olmadığınızı düşündüğünüz anlarınız oldu mu? Özellikle üyeleri arasındaki yaş aralığının yüksek olduğu ailelerdeki, genç arkadaşların bu hisse çokça maruz kaldığını düşünüyorum. Bayramdan bayrama ziyaret edilen akrabalarda sıkça duyduğumuz “Ooo… Ne kadar da büyümüşsün sen! Seni gördüğümde daha şu kadarcıktın.”, “Beni hatırladın mı?” tarzı cümle ve sorularla bu hissi çoğunluğumuz yaşamının bir kısmında deneyimlemişizdir. Ancak o bağlamda bu hissin üzerine çok düşmez ve anı yaşamaya devam ederiz.

Kapsamımızı biraz daha daraltarak çekirdek ailemizi ele alalım. 25 yaşındaki bir çiftin çocuğu olarak dünyaya geldiğimizi varsayalım. Bu çiftin en değer verdiği ve en yakın olduğu kişi artık biziz. Bizler büyüyene ve hafızamızı kazanana kadar bu çiftin yaşları 30-32 yaşlarını bulacak. Zaman ilerleyecek, büyüyecek ailemizin dostlarını veya diğer akrabaları tanıyacağız. Anne ve babamızın en yakını biz olmanıza rağmen – doğal olarak – bizlerden daha iyi bilen birileri olduğunu fark edeceğiz. Neticede biz daha doğmadan 25 yıl gibi bir süre onların hayatı, sevdikleri, sevmedikleri, kazandıkları, kaybettikleri birçok yaşanmışlıkları olacak. Daha bizler dünyaya gelmemişken anne veya babamızın hüzünlü olduğunda yanında olan arkadaşları; sevinçli anlarında yanında olan kardeşleri, kuzenleri; bir ihtiyacı olduğunda yardıma koşan komşuları, memleketlileri olacak. Bizler en yakınları olarak bunların ne kadarını biliyoruz?

Şimdi kapsamımızı biraz büyütelim ve yaş aralığını biraz daha açalım. Biz ve dedemizi ele alalım. Dedemizi ne kadar iyi tanıyoruz? Kendisiyle ne kadar yaşanmışlıklarımız var? Bu yaşanmışlıklarımızın ne kadarı hatırımızda? Hayatını gerçekten biliyor muyuz? Neler yapmış? Ne gibi zorluklar çekmiş? Kimlerle arkadaş olmuş? Kimleri sevmiş, aşık olmuş? Ne gibi hayalleri varmış? Soruların cevaplarını iyi bilemiyorsak üzücü bir gerçekle karşılaşmış oluyoruz. Bu gerçek kendisini hepimize farklı şekilde gösterebilir. Bir büyüğümüz hakkında özel bir bilgi sorulduğunda; bir büyüğümüzün bir ihtiyacı olduğunda bizim bile bilmediğimiz bir yakınının, anında ortaya çıkıp o ihtiyacı karşıladığında veya daha vahimi bir büyüğümüzün vefatı sırasında o tabutun etrafında hiç görmediğiniz gözü yaşlı insanları gördüğünüzde… O zaman insan kendine soruyor: Ben ailemin en yakını mıyım? Onları ne kadar iyi tanıdım ki? Onları gerçekten tanıdım mı? Eğer bu gerçekler kendilerini bir şekilde bizlere gösteriyorsa ailemizi çok iyi tanımıyoruz demektir. Durum böyle olunca ailenin kültürü, geleneği, bilgisi nesilden nesle aktarılamamış oluyor. Bir sürü insan var ki daha kendileri doğmadan dedelerini, anneannelerini, babaannelerini veya anne, babalarını kaybedebiliyor ve hiç tanımadan hayatlarını sürdürüyorlar.

Aile olmanın ilk kuralı, aile üyelerinin arasındaki bağın kopuk olmamasıdır. Eğer bu bağlar kopuksa bizler kendi ailemizin hikayelerini dışarıdan öğrenmek zorundayız demektir. Gelecek nesiller olarak bizler maalesef ki çoğu kez kendi özümüzü, kökenimizi; tanıyamıyor, bilemiyoruz. Bazen hayat bize aile bağını geliştirecek zamanı tanımayabiliyor. Bizlerin iradesi dışında bir şey, bizim aile bağımızı koparabiliyor veya hiç o bağı oluşturmuyor. Ancak bu durumların dışında eğer hala vaktimiz varsa yaş aralığı ne kadar yüksek olursa olsun bu soruları çözümlememiz mümkün. Özellikle bu pandemi sürecinde aile üyeleri evde birbirleriyle vakit geçirerek kendileri hakkında daha fazla bilgiye sahip oldu, ailenin her bir ferdinin farkındalığı arttı. Birlikte ürettiler, birlikte güldüler, birlikte üzüldüler. Aile olmak da bu değil midir zaten? Kurulan bağ üzerinden duygu ve deneyimi paylaşmak. O yüzden vakit çok geç olmadan ailemizi tanıyalım ve soralım; gençken en sevdikleri yemek neydi, en çok hayalini kurdukları şey neydi, nelerden hoşlanırlardı, nelerden korkarlardı, en çok hüzünlendikleri olay neydi, en heyecanlandıkları gelişme neydi, hastalandıklarında ne yaparlardı, karnelerini kendi ailelerine nasıl gösterirlerdi, gelecekten ne ummuşlardı? Unutmamalıyız ki bizlerin aklı başına gelene kadar en yakınımız olan ebeveynlerimiz, yaşamlarının ortasına gelmiş oluyor. Kimimiz için ise bu çok daha geç bile olabiliyor. Bu açıdan onların yaşamında olduğumuz müddetçe, olmadığımız zamanların farkını kapamak bizlere düşüyor.

Mehmed Nihad ÖZKAYA