#

Büyük Değişim

Bir sabah Gregor Samsa gibi böceğe dönüşmüş olarak uyanmayı ne çok arzu ederdim bilseniz. Panzer gibi sert sırtının üzerinde yatarken, duyargaları fıkır fıkır oynayan, pörtlek gözlü bir böceğe!

Bunu gerçekten isterdim; hiçbir iğneleyici sözün delemediği zırh gibi sert bir kabuğum, yay biçiminde kıvrak çizgilerle boğum boğum görünen bir karnım ve eleştirmekten başka şey bilmeyen insanları korkutup hızla uzaklaşmak için sürüyle bacağım olsaydı şikâyet etmezdim.

Gregor gibi yatağımda şaşırmaz, siyah dikensi kıllarla kaplı bacaklarımın üstünde doğrulur, odadan çıkmak için ne gerekiyorsa yapardım. Kahvaltı masasına oturup her gün olduğu gibi iki haşlanmış yumurtayı mideye indirerek -üç ya da dört de olabilir, aç bir böceğin kaç yumurtayla doyacağını Allah bilir- bol şekerli çayımı içtikten sonra okula gitmek için hiç acele etmezdim. Eğer çirkin bir böceksen artık kimseye hesap vermek zorunda değilsin.

Hayvana dönüşümümü her gün rastlanılan alelade bir olay –otobüsü kaçırmak, pazardan ıspanak almak ya da yeni gömleğin üstüne kahve dökmek…- gibi karşılayacak olan tek kişi şüphesiz annemdi. Beni öyle karşısında görüverince en ufak şaşırma belirtisi bile göstermez, doğduğum günden şu ana kadar tam on altı yıldır sırtımdaki kabuktan zırh, onlarca cılız bacak ve başımın üstünde kendi halinde hareket eden iki duyargayla herkesten farksız yaşıyormuşum gibi yüzüme bakardı. Yüzüme bakar belki sadece “Oğlum dün gece geç mi yattın?” ya da “Bilgisayarda çok vakit geçirme, bak yine gözlerin şişmiş!” diye söylenirdi. Hasta olduğum zamanlarda yaptığı gibi, her derde iyi gelen limonlu ıhlamur kaynatır, tabağıma fazladan bir dilim peynir koyar, hatta sokağın başındaki fırına gidip sıcak ekmek alırdı. Bunun ne anlama geldiğini benden başka kimse bilmezdi. Tabağımdakileri tıslaya tıslaya yerken, yay biçiminde sert çizgilerle boğum boğum olmuş karnımın üstüne dökülen kırıntılara bakıp, almam için gözleriyle işaret eder, ne kadar sinirlensem de on altı yaşında bir lise öğrencisi olan ben Hüseyin Topatan böceğe dönüşümümün bu ilk gününde kabuğumun üstündeki ekmek kırıklarının bir molekülünü bile yere düşürmeden çaresiz toplardım. Sevimsiz bir hayvana da dönüşseniz çapaklı gözlerle sofraya oturamaz, diş macununu ortasından sıkamaz, ekmek kırıklarını halının üstüne dökemezsiniz!

Bir böceğe dönüşebilseydim keşke. Hüseyin Topatanlara yalnızca üniversite sınavında çıkarttıkları net sayısınca değer biçen insanlığa; yüz bin km uzunluğundaki damarlarımda kan dolaşıyorken ve saatte elli üç mililitre oksijeni tüketiyorken şöyle demek isterdim: Kırk Türkçe ve Matematik, on beş Tarih, on iki Coğrafya, on dört Fizik, on üç Kimya ve Biyoloji sorusuna verdiğim cevapla yaşadığıma, nefes aldığıma dahası insan olduğuma inanacaksanız, ben bir böceğe dönüşmek istiyorum, panzer gibi sert bir sırtı olan, kara, sevimsiz bir böceğe!

Saat 7.45. Maalesef bugün de büyük değişim gerçekleşmedi. Başımı kaldırdığımda yorganın kenarından ayağım görünüyor, gece yine çorapla yatmışım, annem görmeden çıkarmalıyım, yoksa gebertir. Garip sesler duyuyorum, yaklaşan. Annemin terliği böyle ses çıkarmaz, binlerce farklı ses arasından ayırt ederim odama doğru usul usul yaklaşan annemin terliğini.

Ahşap zeminde, sanki tabanı çivilerle kaplı ayakkabıyla yürüyor biri. Kapımın arkasından geliyor sesler; gıcırdıyor, makas gibi şaklıyor, ismimi söylerken tıslıyor. “Hüseyin, hadi oğlum,” diyor, “Okula geç kalacaksın!” Annem bu! Annem niye tıslıyor?

Kapının koluyla oynuyor, tay tay duran bir bebek gibi duvardan güç alsa da bir türlü açamıyor. Bacaklarım titriyor yataktan kalkarken, çoraplarım dünden beri ayağımda ya, annem anlar diye alelacele çıkarıyorum.

Kapının koluna uzanırken elim, neyle karşılaşacağımı biliyorum. Sırtında taşıdığı zırhı ve onlarca çelimsiz bacağıyla içeri girmeye çalışacak, belki duyargası görünecek aralıktan.

Gıcırdayarak açıldı kapı, beni görünce yüzü değişti annemin, endişelendi. Elini alnıma koyup ateşimi ölçerken hiç zorlanmadı. “Hüseyin, ateşin var!” dedi. “Bugün okula gitme, limonlu ıhlamur yaparım şimdi, yat sen…”

Yattım.