#

Osmanlı’da Özgün Eğitim Serüveni: Kuruluştan 17.Yüzyıla

NESİLLERİN YAPISINA VE ZAMANIN RUHUNA UYGUN, KURU TAKLİTTEN UZAK, MEDENİYETİMİZİN İDEAL İNSAN TASAVVURUNU VE AHLAK ANLAYIŞINI YOK SAYMAYAN, GEÇMİŞ TECRÜBEDEN İSTİFADE EDEN YENİ BİR EĞİTİM ANLAYIŞI OLUŞTURMAMIZ GEREKMEKTEDİR.

 İdeal eğitim sistemi arayışları uzunca bir süredir ülkemizde devam etmektedir. Bu arayış, kimi zaman teknolojik eğitim materyalleri, kimi zaman da müfredatın yeniden oluşturulması gibi umut dolu çözüm teklifleri ve bunların faydasız olduğunu iddia edenlerin karşı argümanları arasındaki ikili çatışma içerisinde süregelmektedir. Bu süreçte nesillerin ve çağın değiştiği hususu vurgulanmakta ve eğitim sisteminin uyum problemlerine dair çözüm arayışları aranmaktadır. Tüm bu gürültülü arayışa bir de “ideal” eğitiminden ne kast edildiği sorusuna verilen genel geçer cevaplar eşlik etmektedir. Bu belirsizlikten biraz uzaklaşmak için geçmişe bakmak, yani Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyılına kadar değişime uyum sağlayan ve değişken eğitim serüvenine odaklanmak özgün eğitim sistemi oluşturma hususunda bize önemli fikirler verebilecektir.

Orta Çağ’da göçebe olmanın ve genellikle savaşmak üzere eğitilmenin doğal sonucu olarak çoğu bey gibi okuma yazma bilmeyen Osman Bey; Bizans, Selçuklular, İlhanlılar ve bölgesel Türk Beyliklerinin mücadele alanının ortasında kimi zaman savaş ile kimi zaman diplomatik ilişkiler ile kendi obasının güvenliğini temin ediyordu. Diğer yandan askeri alandaki bu başarıları yanı sıra Şeyh Edebalı gibi ilim ehline ihtiram gösterip ulemanın kendi yanında yer almalarını sağlıyordu. Anadolu’da siyasi otorite açısından merkeziliğin azaldığı bu yıllarda şehir ve köylerde yer alan sufiler ve ahi teşkilatı kamusal hizmetleri sağlıyor ve sosyal düzeni koruyordu. Doğudan yarım milyona yakın insanın göçüne maruz kalan Anadolu’da ilmi faaliyetler ise oldukça sınırlı idi. Bu dönemde Anadolu’yu gezerek Orhan Gazi ve çevre beyleri ziyaret eden meşhur seyyah İbn Battuta’nın gittiği bir çok yerde Arapça konuşabilen kimse bulmakta zorlanması, erken dönem Anadolu topraklarındaki ilmî seviyeyi gözler önüne sermekteydi.

Orhan Gazi’nin sultanlığına kadar ahlak ve irşâd ağırlıklı devam eden Osmanlı eğitim sistemi ve anlayışı, 1330 yılında İznik’te kurulan ilk medrese ile değişmeye başlamıştır. Fusûsu’l-hikem şerhi ile meşhur olan Davud-ı Kayserî’nin ilk müderrisi olduğu bu medreselerde tasavvuf ve medrese ilimleri beraber ele alınmıştır. 14. yüzyılda kurulan bu medreseyi, devletin farklı bölgelerinde inşa edilen 27 medrese izlemiştir. Aynı dönemde Selçuklular ve diğer beylikler ise yalnızca 29 medrese inşa edebilmiştir.

Sultan Orhan döneminde kurulan ilk medresenin ardından 16. yüzyıla kadar I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmet ve II. Murad dönemlerinde eğitim kurumları oluşturulmaya devam etmiştir. Devlet sınırlarının genişlemesi sonucu hukuk ve diğer ilimlere vâkıf insanlara duyulan ihtiyacın her geçen gün artması, bu dönemde de Osmanlı topraklarında 96 adet medresenin inşa edilmesini açıklar niteliktedir. Göçebe toplum özelliklerini barındıran Türkçe’nin henüz ilmi tartışmaları ifade edecek terminolojiye sahip olamadığı bu yüzyıllarda, ilim adamları eserlerini Arapça telif etmeyi tercih etmiş, sadece sultanın isteği gibi özel durumlarda Türkçe’de eser telif etmişlerdir.

15. yüzyılda Sultan Fatih döneminde devletin genişlemesi, İstanbul’un kozmopolit bir şehir haline gelmesi yönetimi etkilediği gibi eğitim anlayışını da etkilemiştir. Devlet kanunlarıyla belirlenen medrese müfredatları giderek teknik ve felsefî tarafı öne çıkan bir karakter kazanmıştır. Siyasî etkisinin genişlemesi ile birlikte güçlü bir görünüm elde eden Osmanlı Devleti çevre devletlerdeki İbn Arabşah, Ali Kuşçu, Ahmed el-Cezerî, Şirvanlı Şükrullah, İdris-i Bitlisî, Şeyh Mehmed el-Cezerî gibi alimleri kendi medreselerine çekmiştir. Eğitim alanında yapılan büyük atılımlara rağmen İstanbul, henüz Kahire gibi ilim merkezlerinin popülaritesine kavuşamamıştır. Bu süreçte Osmanlı Devleti; bürokraside, sanatta ve ilim alanında ‘Osmanlı Ekolü’ oluşturmaktan ziyade İran, Hicaz ve nadiren de Orta Asya’dan gelen entelektüellerden istifade etmiştir.

17. yüzyıl Avrupa’nın Doğu’yu hem siyasî hem de ilmî anlamda etkisi altına almaya başladığı bir dönemdir. Coğrafî keşiflerin ardından artan ekonomik seviye toplumsal değişim ve ilmî gelişmeleri de beraberinde getirmişti. Doğa bilimlerinde ve felsefe yeni yaklaşımlar, haritacılık, modern kütüphanelerin ilk örneklerinin kurulması gibi yenilikler yaşanıyordu. Osmanlı Devleti, dünya siyasetindeki yerine tam olarak yitirmese de eski gücünü kaybetmekteydi. Osmanlı idari ve kültürel elitleri, dış dünyayı daha bir merakla izlemeye ve başta ekonomi olmak üzere diğer alanları da kapsayan yeni yönelimleri takip ediyorlardı. “Arayış Dönemi” olarak adlandırılan bu dönemde Osmanlı toplumu, sosyal bir dönüşüme girerek farklı bir toplumsal modele geçmeye ve bu sosyal hareketliliğin içerisinde yetişen entelektüel tipi de farklılaşmaya başlamıştır.

17. yüzyıldaki sosyal dönüşümün etkisiyle medreseli alimler ve vaizlerin yanı sıra ortaya çıkan yeni entelektüel tipi ise “Hezarfenler” ya da “Çelebiler”dir. Bin fende ilim sahibi olmaya meraklı bu kişiler geleneksel Osmanlı toplum yapısına göre medrese icazetli olmadıkları için İlmiye sınıfından sayılmazlardı. Bu yeni tip entelektüeller, taşradan göçen vaizlerin camilerde gerçekleştirdikleri özel ders halkalarında Fıkıh, Kelam, Mantık ve akli ilimlere dair eserleri tahsil ederek yalnızca medrese eğitiminde sunulan ilimleri medrese dışında öğrenebilme ve yeni fikirler oluşturabilme fırsatı yakalayabilmişlerdir. Bununla birlikte, Batı’da ortaya çıkan “doğa bilimi” anlayışını merakla takip eden ve bu kişiler, Batı’daki gelişmelerin etkisi ile kendi dönemlerine kadar gelen bütün birikimi toplamaya, sınıflandırmaya ve kayıt almaya özel önem vermişlerdir. Bu nedenle Önemli bir Osmanlı alimi olan Kâtip Çelebi yirmi yılda hazırladığı bibliyografik eseri Keşfü’z-zünûn’da ilimleri belli bir sisteme göre sıralayıp, ilgili eserler ve yazarlarını kayıt altına almıştır.

Sonuç olarak ilim ve ilim ehli, İslam Medeniyet tarihinin değişkenlik gösteren tüm coğrafyalarında ve zamanlarında önemini daima korumuştur. Her medeniyet kendine özgü ideal münevver anlayışını ortaya koymuş ve ideal ‘Alim’ prototipini oluşturmak üzere eğitim kurumları inşa etmiş ve özel müfredatlar oluşturmuştur. İslam Medeniyetinin ideal alim tipolojisine göre ise dini ve akli ilimler ile mücehhez ve takva sahibi olması aranmaktadır. Diğer yandan tarih boyunca tek tip ya da nitelikli alim yetiştirildiği de düşünülmemelidir. Çünkü, Osmanlı Devleti’nin son yüzyılına kadar dönemin sosyal ihtiyaçları ve imkanları neticesinde farklı profillerde entelektüellerin de yetiştirildiği görülmektedir.

Anlaşılacağı üzere, zamanın ruhundan ve toplumların değişiminden bağımsız, özgün olmayan ve taklide dayalı bir eğitim anlayışı ideal insan üretmesi mümkün gözükmemektedir. Altın çağında kendine özgü eğitim yapısı ile önemli entelektüeller yetiştirmesine rağmen 17. yüzyıldan itibaren meydana gelen değişim rüzgarına uyum sağlamakta zorluklar yaşamak ve devamında çağa uygun bir şekilde müfredat ve eğitim kurumları dönüştürememek Osmanlı Devleti için önemli sorunların başında gelmiştir. Her ne kadar bireysel anlamda önemli münevverler yetişmiş olsa da eğitim sisteminin geçmişe kıyasla fonksiyonunu yitirdiği söylenebilecektir. Bu sebeple günümüzde de nesillerin yapısına ve zamanın ruhuna uygun, kuru taklitten uzak, medeniyetimizin ideal insan tasavvurunu ve ahlak anlayışını yok saymayan, geçmiş tecrübeden istifade eden yeni bir eğitim anlayışı oluşturmamız gerekmektedir. Bu sistemi oluşturmak için göstereceğimiz çaba, genç nesilleri suçlamaktan daha meşakkatlidir, fakat ülkemiz ve geleceğimiz için daha gerekli bir uğraş olduğu noktasında hiç kimse tereddüt göstermeyecektir.