#

Orda Bir Kudüs Var… Uzakta Değil

İslâm orduları 638 yılında Kudüs’ü kuşattığında, Bizans İmparatorluğu adına şehri yöneten Patrik Sophronius, başkomutan Ebû Ubeyde bin Cerrâh’tan sıra dışı bir istekte bulundu: “Burası çok kutsal bir yer. Kudüs’ü bizzat Halife Ömer’e teslim etmek istiyorum.” Ebû Ubeyde ve yanındaki Müslüman komutanlar, bu talebe önce şaşırdılar; ardından patriğin kaleme aldığı davet mektubunu başkent Medine’ye gönderdiler.

Mektup Hz. Ömer’e ulaştığında, hemen istişare halkasını topladı ve Kudüs’e kadar gidip gitmeme konusunu ashabla müzakere etti. İstişareye katılanların çoğu, Halife’nin Kudüs’e kadar giderek şehri teslim alması düşüncesini destekleyince, Hz. Ömer yanında küçük bir grupla Medine’den yola çıkarak Kudüs’e geldi. O dönemin ulaşım şartlarını da düşününce, 1300 kilometrelik bir mesafeyi katetmek epey zahmetli olmalı.

Patrik Sophronius tarafından bugünkü El Halil Kapısı önünde törenle karşılanan Hz. Ömer, Arapların “İlyâ” dedikleri kutsal şehir Kudüs’ü gezerken oldukça duygulanmıştı. Patrik’in rehberliğinde Hristiyanlara ait mekânlar teker teker dolaşıldı, Kıyâme Kilisesi ve diğer mabetler görüldü. Ardından Hz. Ömer, Patrik Sophronius’tan özel bir ricada bulundu: “Bana Beyt-i Makdis’in yerini gösterir misiniz?”

Hz. Ömer ve beraberindekiler, Patrik’in yol göstermesiyle mezbelelik bir alana geldi daha sonra. Önce Romalıların şehri işgali, ardından Bizans İmparatorluğu ile Sâsânî İmparatorluğu arasındaki uzun uzadıya çatışmalar nedeniyle, Beyt-i Makdis alanı tamamen harabeye dönüşmüş, burada vaktiyle bulunan binalar da bakımsız kalmıştı. Patrik, “İşte burası.” dedi, “Beyt-i Makdis, zamanında buradaydı!”

Hz. Ömer, alana göz gezdirdi. Hz. Süleyman tarafından kıblesi Kâbe’ye dönük olarak inşa edilen, Bâbillerin ve Romalıların barbarca işgallerine maruz kalan, Hz. Peygamber ve ashabının tam 14 yıl kıble olarak yöneldiği, İsrâ ve Mirâc mucizelerine şahitlik eden Beyt-i Makdis’in yeri demek burasıydı… Allah, Müslümanları Hz. Süleyman’ın aziz hatırasına yönlendirmiş, burayı akıllarından ve kalplerinden hiç çıkarmamalarını murat etmişti. O hâlde buranın yeniden ihya olması gerekirdi.

Halife ve yanındaki Müslümanlar hemen işe koyuldular. Bugün Kıble Mescidi’nin (yanlış olarak Mescid-i Aksâ olarak bilinen yapı) bulunduğu yere, ahşap çatılı bir mescit inşa edildi. İnşaatta Hz. Ömer’in kendisi de çalıştı; alanın temizlenmesine, duvarların örülmesine yardımcı oldu. Emevîlerin Kudüs’teki hâkimiyetleri sırasında, aynı alana Halife Abdulmelik bin Mervân Kubbetu’s-Sahra’yı, oğlu Velid bin Abdulmelik de Kıble Mescidi’ni yaptıracaktı.

Sonrasında Kudüs’e eli değen İslâm imparatorlarının en önemlileri “Şarkın en sevgili sultanı” Salahaddîn Eyyûbî, Memlûk Sultanı Kayıtbay, Yavuz Sultan Selim ve oğlu Kanunî Sultan Süleyman ile Sultan İkinci Abdulhamid idi. Kimileri Salahaddîn gibi şehri işgalden kurtarırken, Kayıtbay mimari eserlerle donatacak; Yavuz ve Kanuni döneminde Kudüs şimdiki muhkem görüntüsünü kazanırken, Sultan Abdulhamid Kubbetu’s-Sahra’yı masmavi İznik çinileriyle bezeyecekti.

Bugün Zeytindağı’ndan Kudüs’ü izlediğinizde, tüm bu İslâm hükümdarlarının kalıcı ve ölümsüz izlerini şehrin dört bir yanında fark edersiniz. Mescid-i Aksâ’nın dış duvarlarını kuşatan sapasağlam taşlar Osmanlı’yı haykırırken, Memlûkların medreseleri ve sebilleri ışıl ışıl parlar. Romalılardan kalma taşlar medreselerin duvarlarına karışır Kudüs’te; tarihin rakip imparatorlukları Osmanlılar Memlûklarla el ele verir.  Hz. Ömer’in Kudüs Hristiyanlarına verdiği ferman hâlâ geçerlidir mesela. Hristiyanların abidevî kiliselerinin kapılarını Müslüman aileler açıp kapatır, Hz. Ömer’den ve Salahaddîn Eyyûbî’den bu yana devam eden gelenekler çerçevesinde…

Günümüzde şahit olduğumuz durumlar ve can sıkıcı şartlar ne olursa olsun, Kudüs zamanları ve zeminleri aşıp gelen, tarihin ve coğrafyanın sınırlarını delip geçen bir efsuna sahiptir. Ona sadece bugünün dar kalıpları üzerinden bakarsanız, ciddi şekilde haksızlık etmiş olursunuz. Tarihin en derinlerinden başlayarak, günümüze doğru uzanan bir ırmağın içinden görmelisiniz Kudüs’ü. Onu oluşturan olağanüstü renkleri ve katmanları bilgiyle ve hikmetle kuşatmalı, enginliğine nüfuz etmeye çalışmalısınız. Bunun için de tarihi ve insanoğlunun bu coğrafyada geçirdiği serüvenleri saat saat, dakika dakika bilmek durumundasınız.

Belki zor bir şeyden söz ettiğim zannedilebilir. Ama değil. Biz bu toprakların evlatlarıysak -ki öyle olduğumuzda şüphe yoktur- ve Kudüs de bize aitse -ki öyle olduğunda da şüphe yoktur- o zaman bu muazzam şehrin hakkını vermekten başka çaremiz yok. Sloganla, hamasetle, boş lafla ve hayallerle olacak bir iş değil bu. İş başa düşecek ve teker teker, uzun uzun Kudüs’ü çalışacağız. Şuurumuzu Kudüs’ün tarihsel ve manevi derinliğine eriştirmedikçe, söylediklerimiz sadece kuru kelimelerden ibaret olacaktır.

Orda bir Kudüs var… Ama uzakta değil. Akidemizin, tarihimizin, kültürümüzün ve benliğimizin ta orta yerinde, bize bizden daha yakın. Allah’ın ısrarla görmemizi, duymamızı, sahiplenmemizi istediği bir şehir Kudüs. En yakınımızı nasıl tanıyorsak, biliyorsak ve üzerine titriyorsak Kudüs de bu ihtimamı -hatta daha da fazlasını- hak ediyor.  

Kudüs Haçlıların işgali altındayken, Salahaddîn Eyyûbî’nin neredeyse hiç gülmediği ve günde sadece tek öğün yemekle yetindiği rivayet edilir. Bizim kalbimiz ve zihnimiz ne durumda? Rahat mıyız? Kudüs’ün bu kadar uzağına düşmüşken keyfimiz yerinde ve sofralarımız şen mi? Kudüs bizi çağırıyor. Sesini duymaktan başka çaremiz de yok.