#

Osmanlıca Artık Serbest Peki, Kim Okuyacak?

Yaşadığımız topraklarda bir zamanlar Osmanlıca diye bir dil vardı. Belki konuya şuradan başlamalıyız: Osmanlıca mıydı o ve bir dil miydi? Eğer dil değilse ona Osmanlıca dememiz garip kaçıyor zira.

Bu yüzyıllık bir tartışmadır aslında. Osmanlıca mı denecek yoksa Osmanlı Türkçesi mi? Osmanlıca dersek onu bir dilmiş gibi adlandırmış oluyoruz. Hâlbuki bugün bize zor gelecek kelimelerle konuşulup yazılan -hatta Anadolu’da bugünkünden hiç de farklı olmayan- ve yalnızca alfabesi değişik bir Türkçeydi. Yani nihayetinde Türkçeden söz ediyoruz.

Konuşur ve yazarken daha kolay olduğu için genellikle Osmanlıca tabiri daha sık kullanılır, biz de öyle yapalım.

Osmanlıca tabii ki bize atalarımızın kullandığı diğer alfabeler gibi gelmiyor. Bir manevî bağ hissediyoruz ona karşı. Son yıllarda hızlı biçimde bir Osmanlıca hayranlığı artıyor. Ama birçok insan, isminin eski harflerle yazılışı düzeyinde bir ilgi beslemekle yetiniyor Osmanlıcaya. Bu hiç de yeterli değil fazlasını ve nitelikli olanı arayanlar için.

Osmanlıcaya hayran olmak değil, eski harfli metinleri bol bol okumak gerekiyor. İşin zor tarafı ise şu ki bu dediğimiz şey bir amaç değil, yalnızca bir araç. Bu araç kısmını hemencecik halledip sonra o eski harfli metinlerin dünyasına dalmak, dalmak, dalmak… Eski insanların kafa yapısını ve bugün ak dediğimize niye kara dediklerini anlamak gerekiyor. Peki, bu nasıl olacak?

Önce Kelimeler

Osmanlıcayı bilebilmek, öncesinde bir iki konuyu halledebilmek demek. Evvela sıkı bir kelime hazinemiz olmalı. Kelimelerle arası iyi olan ve -bildiği kelime için bile- sözlüğe bakmaktan zevk alan biri, x/2 sürede bir metni çözebilir.

“Çok kelime bilenin zihin dünyası da büyük olur.” derler, doğrudur. Bunun en kestirme yolu tabii ki okumak. Eski kelimelere sadakat gösterenlerin kitaplarını her fırsatta gözden geçirmek ve sözlük konusunda hiç üşengeçlik yapmamak. Öğrendiğimiz kelimeleri bugün cümle içinde sürekli kullanmak pek de kullanışlı olmazdı gerçi ama onları bilmek boynumuzun borcu ve işimizi çok görecek bir iş olduğu için yapmalıyız bunu.

Peki, Ayrımı Nasıl Yapacağız?

Tabii ki pratikle. Çok okuyan daha çok bilir. Kelimeler, oturup bir akşamda ezberleyip daha fazla bilebileceğimiz sonra da yerine göre kullanıp havasını atabileceğimiz malzemeler değil. İlla ki okunarak hazmedilecek. Çok okudukça ilk seferde akla girmeyen kelime ikinci seferde girmiş olacak.

Bunun içinse eski kelimeleri çok iyi kullanan yazarlar dönüp dönüp okunmalı. Peyami Safa (Ötüken Yay.) her ne yazdıysa defalarca, Ahmet Turan Alkan (Ötüken Yay.) ise hem birazcık Batı kaynaklı kelimeler hem de bizim eski kelimelerimiz dolayısıyla bol bol gözden geçirilmeli. Üstelik iğneleyici yazının nasıl yazıldığı da görülmüş olur.

Ömer Seyfettin’in sadeleştirilmemiş hikâyelerinin (Dergâh Yay.) kelime haznemize eşsiz bir katkısı vardır ve Necip Fazıl (Büyük Doğu Yay.) da tabii ki es geçilmemeli.

Bir de Sözlük Lazım Elbette

Kelime haznemizi artırmanın ise direkt olarak eski alfabeyi sökme kabiliyetimizle alakası yoktur aslında. Bu problemi çözmek için de kendimize ilaç gibi bir sözlük almalıyız: Ferit Develioğlu’nun Lügat’i.

Hem alanının en yetkin ismi olarak bilinir Develioğlu hem de kelimelerin eski yazılışlarını görebileceğiniz, üstelik sonunda da eski harflerle sıralanışını bulabileceğiniz, bir taşta iki kuş fonksiyonu vardır.

En klasik örnekleriyle inkılap ve inkilap kelimeleri arasındaki farkı bilebilmek, adamı uçurumun kenarında alabilir. Mesabe-mesane-mesame kelimeleri ise yine tek harf farkıyla üç apayrı şeyden söz eden, tek harflik hata sonucu kızılca kıyameti koparacak üç kelime.