#

SÜLEYMAN’IN ÖLÜMÜ

Süleyman K. Bir lisenin müdürü. Büyük işler yapma arzusuyla yanıp tutuştuğunu sosyal paylaşım sitelerinde dile getiren o adam ölmüş! İnsan inanamıyor. Daha birkaç gün önce okula donanımlı bir toplantı salonu yaptırmak için çalışmalara başladığını paylaşmamış mıydı?

            Koltuk kapma yarışında rolünü doğru oynayan o azimli adam ömrünü bile uzatmaya güç yetirir gibi geliyordu insana. Neredeyse yapabilirdi. Şimdi daha üst görevlerin mücadelesini vermeye hazır güçlü adam, bütün o katılığı ve kendine olan sonsuz güveniyle öylece cansız yatıyordu. Daha birkaç saat önce hastane koridorunda bir koltuğa oturmuş sıramı beklerken, tam karşımdaki iki gencin, doğacak olan bebeklerinin ultrason sonuç kâğıtlarını dikkatle inceleyişlerini hatırlıyorum. Bebeğin boyu, kilosu, baş çevresi ve diğer ayrıntılarıyla, çocukça bir heyecanla ilgileniyorlardı.

            Doğacak olanın parıltılı sevinci nasıl oluyor da bir ölüm haberinin içine yerleşiyor; ölümü belirginleştirecek kavramın doğum olduğuna inandığım için mi?

            Onu, ölürken nasıl hayal edebilirim? Terfi etmek isterken birden bire ölüversin! Ama durun bakalım. O, bütün hizmetleri dünyadan sonrası için hazırlık diye yapıyordu. Onca yemekli toplantıları internette paylaşmasının sebebi buydu. “Bakın” diyordu “şu makamdaki insanla aynı toplantıya katıldım, yemek masasına oturdum, fotoğrafa gülümsedim. Bu önemli kişi tarafından ziyaret edildim.” Ah şu ölümsüzleştirilen kareler! Nasıl da duygudan yoksunlar. Sonuçta hepsi vatan, millet içindi! Eh biraz gösterişi seviyordu. Alkışlanmak istiyordu. Bir yazarın “beni ya şımartın ya da kapı dışarı edin” sözünü paylaşmıştı bir keresinde. Şımartılmaktan hoşlanıyordu.

            Bilgece söylenmiş sözler buluyordu. Beğenilmek ne büyük bir gururdu! Her geçen gün beğenenlerin sayısı arttıkça kendinden emin oluyordu. Siyasi konularda yorumlar yazıyordu pervasızca. Her konuda fikri vardı. Artık kimse ona dur diyemezdi. Bir çevre oluşturmuştu sanalda. “Sevgili dostlarım! Sevgili dostlarım!” Üslubunuzu sevimli yapacak sözcükler her zaman bulabilirsiniz. Çünkü sanal bir maskedir. Herkese en kalitelisini sunar, en kusursuzunu. Yüzyılın çiçeklerle donatılmış bataklığıdır orası ve herkes en iyisi olmayı becerebilir, kendisini bile o kişi olduğuna inandırarak…

            Daha dün paylaştığı aşk şarkısının altına yorum yazan kadınla tatlı, sıcak, ikili bir sohbete girmişti. Ne de olsa herkesin gözünün önündeydi, “şeffaf olmak” diyorlar buna. Profil bilgilerinde evli yazıyordu, bu bilgi diğer kadınlarla aşk üzerine sohbet etme hakkı veriyordu ona. Eğer gizlemiş olsaydı, işte o zaman yanlış düşünebilirdik! Şimdi nasıl da masum bir görüntü vardır yüzünde. Müdür olduğu bilgisini internette paylaştığı gün biraz tepeden bakmıştı ve küçülmüş suretlerimizle alay etmişti. “Dua edin” diyordu. Başarılı bir müdür olması için dualarımız gerekiyormuş. “Bu sadece bir başlangıç” diyordu; özel bir çalışma alanına sahip olmayan biz zavallılara meydan okur gibi.

            Kaç çocuğu vardı? Bir. Hayır iki. Bir kız bir oğlan mıydı? Şimdi onları evdeki kalabalığın arasında hayal etmek korkunç geliyor. Evden bir tabut çıkacak, tabutun içinde babaları… Ah anneleri! Kocasıyla gurur duyan o kadın!

            Ölümün birden bire gelişi ve tereddütsüz alıp götürüşü yok mu? Ürperiyor insan. Küçülüyor, nokta kadar kalıyor. Yaşlı ve hasta insanların ölümünde ortaya çıkan kabulleniş gençlerde ve çocuklarda yok oluyor. Dudaklarda -bütüncül bir inançla- bir türlü söylenemeyen ve bir hayretin içinde dağılıp giden “takdir-i ilahi” sözcükleri fısıltıyla çıkıyor ağızlardan.

            Üç odası olan bir ev almıştı yakın zamanda. “Karımın zevkine göre döşedik” diye yazmıştı resimleri paylaşırken. Oh! Neyse ki kendi zevkine göre değildi, yoksa o eşyalar…   Mesele bu değil. Mesele onun yükselme hırsıyla birlikte yavaş yavaş ortaya çıkan yırtıcılığı. On yıl önce parçalanan yakınlığımızdan geriye kalan bu; internet üzerinden onun hayatını gizlice takip etmek; ne yaptığını, nasıl olduğunu öğrenmek. Evlendiğini ve çocukları olduğunu bilgisayar adlı kutucuk bana söyledi. Paylaştığı fotoğraflara ve parlak cümlelere baktıkça his pınarım kurudu, koptum ve öfkem arttı. Ah gerçekten oldu mu bunlar? Öyleyse kalbim niçin- Beni çoktan unutmuş o uzak bedenin ölümü için neden bu kadar üzgünüm?

            Parkın her bir yanında anıların şaşkın bakışları altında yürüyorum; onlara ne söyleyebilirim? Hemen yanımdan geçen su yüzeyinde ağaçların gölgeleri dalgalanıyor. Ara sıra çıkan hafif rüzgârla yaprakların hışırtısı etrafa yayılıyor. Birkaç yeşil yaprak suyun üstünde yüzüyor. Güneşin tatlı sıcağı ile gölgelerin serinliği birleşerek ölümsüz bir hazzın kapısını açıyor.

            Ölümsüz denemez hayır! Süleyman K. öldü. O güçlü ve sarsılmaz beden ölüme karşı kendini savunamadı. “Şimdi değil!” bile diyemedi; hiç olmazsa erteleyebilseydi. Herkes kadar istiyordu unvanı. Ona sorsanız, istemiyordu, verilmişti, uygun görülmüştü. Oh Tanrım! Öfkem ve sevgim onun karakterini çırılçıplak anlatabilecek kadar güçlüyken düşünmeyi bırakmalıyım belki de.

            Şu sosyal paylaşım siteleri insanların karakterlerini okuma konusunda beni bir uzman yaptı ne yazık ki. Sokağa çıkıp onları gözlemlemek yerine bilgisayarın başına oturup paylaşımlar, beğeniler, yorumlar üzerinden kişiliklerini tanıyorum. Oysa parktaki ağaçlar- Onların saklayacak yüzleri yok, apaçıklar. Başka türlü olmaya çalışmıyorlar, yapmaları gereken tek şey, ağaç olmak. Yaprakları ne kadar da güzel, gövdesi onurla taşıyor dallarını, gölgesi serin ve kucaklayıcı.

            Duvarlarını yıkmadan akan şu su bir şey mi söylemek istiyor acaba? İçimdeki gizli sesle konuşmam için ona bakmam yeterli olacak. Sessizce dinleyecek, bana hiçbir şey söylemeyecek ve her şeyi söylemiş olacak. Bu itaatkâr akışın bir sonu olmalı. Sular da ölür, sular da birden bire…

            “Şimdi ey nazlı akan su! Gömülü bir hatıranın üstünü açtığının farkında değilsin. Süleyman K. ile yanından geçmiştik. Kederli ve kırgın değildim o zamanlar.”

            Suya anlatmaktan vazgeçiyorum ve Süleyman’ın -kuru tahtaların arasına sığdırılmış- savunmasız, ifadeden yoksun yüzünü düşünüyorum; yaşını reddeden o bakımlı, vurdumduymaz, haz dolu yüzü. Çizgisiz, acı çekmemiş, olgunlaşmamış, keyif aldığı yaşamın peşinden koşan yüzü düşünüyorum. İkimizi kesin bir sınırla ikiye ayıran da bu olmuştu; elde ettikçe açığa çıkan yönetme hırsı.

            Bankta oturan şu iki insan nasıl da sarsılarak gülüyorlar. Böyle bir günde- Oh nereden bilsinler; bütün yaşamlar bir perde ile tek tek ayrılırlar birbirinden. Oysa tam onların yanından geçerken veya durup onlarla konuşurken, hatta burada gülüşlerini dinlerken bile yaşamlarımız karışır, fakat birbirini değiştirmeden. Güçlü değildir çünkü. Bir yel, kasırganın yaptığını yapamaz. Süleyman K. ile olan yakınlığımı bir kasırgayla sonuçlanacak kadar büyük yapan neydi? Bir daha asla olmayacak bir aşk mı? Yükselme hırsıyla duygusuzlaştığı ve zekâsının sivri köşelerinde kurnazca dolaştığı şu haliyle hiç görmeseydim. Ondan hiç haber almasaydım eğer, aşk bütün sarsıcılığıyla canlı kalırdı.

            Sosyal paylaşım sitelerinde gördüğüm o adam kimdi? İzlediğimi bilse kendisiyle gurur duyar mıydı? Belki de biliyordu, “bak” diyordu “ne kadar da büyüdüm!” Ona “küçülüyorsun” diyemezdim yine de; acı bir gülümsemeyle her şeyi ustalıkla örterdim, onu incitmemek uğruna dürüst olamazdım.

            Çünkü hala…

            Yanında neler götürdüğünü hiç bilemeyeceğim. Kimsin, kimiz biz? Derimizin altında gizlenmiş ruh, bedenden ayrılıp çırılçıplak kaldığında birbirimizi tanıyabilecek miyiz? Ruhlarımız birbirini kucaklayacak mı?

            Ya şu yaşlı çift; neden bu kadar neşeliler? Sesleri etrafta çınladıkça bir ölüyü düşlemem güçleşiyor. Onun dünyadan ayrılışını hakkıyla hissetmem mümkün olabilirdi belki, park böylesine güzel ve şu iki yaşlı bu kadar hayat dolu olmasaydı. Her şey yaşıyor burada, toprak, su bile diri. Süleyman’ın, ölümündeki yalnızlığını ortaya çıkaran bu kahredici yaşam içime doluyor, engel olamıyorum. Temmuz ve akşamüstü. Dünya kimseye aldırmadan dönüyor… Dönüyor. Süleyman K.’ın ciğerlerinde donup kalan son nefes, moraran dudaklarında sessiz bekleyiş ve gözlerinde artık hiçbir yere bakmayan o saydamlık…

            İş yaptıran ve emreden sesini duyar gibi olacak, emrinde çalışan memurlar. Dostları yeni fotoğraflar paylaşmasını bekleyecekler -tek beklentisi dostlarının beğen tuşuna basması- Çocuklarına babaları sorulduğunda “benim babam müdür” diyebilmeliydiler, o bunu isterdi. Haklıydı, “benim babam ölü” demekten daha gurur verici.

            Bir tabut elden ele taşınıyor. Yakınları bu son görevi yerine getirmek için neredeyse yarışıyorlar. Karısı -ona iki çocuk veren- yakınları tarafından desteklenerek ayakta duran kadın, avutucu sözlere sığınıyor. Sarhoş eden bir tesellinin içinde kalakalıyor; acısını yaşamasına izin verilmiyor. İlk şok böylece atlatılacak. Sonra çocuklarına hem anne hem baba olmanın verdiği güç, kendini iki kişiymiş gibi hissetme gereksinimi başlayacak. Dostları üzüntülerini yüzlerinde taşıyacaklar, yüreklerini fazlaca yormadan. Çocukları ve karısı, bir arada yıllarca kalmanın ve birbirinin yaşamına akıp karışmanın verdiği karşı konulmaz alışkanlıkla uzun süre yokluğunu hissedecekler.

            Dalların arasına saklanan şu kuş ne de güzel ötüyor; neşe ve hüzün var sesinde. Onu saklayan yapraklar hangileri? Şunlar mı? Hangi dalda olduğunu bile bilmiyorum oysa. Şimdi mezarlığa gitmeli ve bir cenazenin defin aşamalarını seyretmeliyim.

            Ölülerin arasındayken, toprakla bütünleşmeni ve bedeninle ruhunun ayrılışını anlamam daha kolay olacak. Dünyanın herhangi bir mezarında kalan ellerini, ayaklarını, kapalı gözlerini, birer çizgi gibi duran dudaklarını düşüneceğim. Yemekli toplantılarda bırakılmış bedenin, bilgisayarı açınca karşıma çıkacak. Gerçek olan artık o donmuş görüntüler değil, hakikat gerçeği yuttu. Hakikat gerçeği yendi. Ruhun gölgesi, bedenin türlü hallerini bırakıp gitmiş olacak. Taze bir mezarın başında durup -bütün mezarlar birbirine benzer çünkü- hem ölü hem diri olan yüzünü göreceğim. Ve fısıldayan sesini duyacağım. Ne söyleyeceksin? Hüzün, sevinç; birbirine karışmış, acıyla bağlanmış ve artık dünyadaki varlığı bir “hiç”ten ibaret olmuş yaşanmışlıklar… Şimdi seninle aramdaki bağı soylu kılan ölüm, davranışlarıma gereğinden fazla olgunluk katıyor.

            Acımın kilidi kırılıyor, gözlerimden akan bu ıslaklık mezarına ulaşabilmeyi umuyor. Şu mezarlardan biri bedenini saklıyor olsaydı ve ben onun başında oturup yıllardır sakladığım acımı akıtsaydım. Ama gittin işte, bu dünyaya ait değilsin artık.

            Ah katı ve kararlı akıl!
            Bedenden ayrıldığında çıplak kalan ruh!
            Ölüm ve aşk birbirine ne kadar da benziyor.

(Yazarın “Düğün Daveti” adlı kitabından dergimize hediyesidir.)