#

Tarık Tufan: Yazmak, İnsanın Huzursuzluğunu Artırır

  • Radyoyla başlayan bir yolculuğunuz var, ardından televizyona geçtiniz. Bir değerlendirme yapacak olursanız ikisi hakkında ne dersiniz?

İletişim araçlarının dönemsel etkileri ve karşılıkları var. Radyo, bir dönem özellikle Türkiye’de özel radyoların açılmasıyla insanların dünyasında çok büyük yer tuttu. Çok fazla radyo istasyonunun açılmasıyla beraber herkes kendi diline, kendi duygusuna, kendi dünyasına yakın sesleri duymaya başladı. Daha önemlisi, kendilerini ifade etmeye başladılar. Kendi seslerini duyurabilme, kendi kelimeleriyle konuşan insanlarla karşı karşıya gelebilme, kendilerini anlatabilme imkânlarına kavuştular. Özel radyolar herkes için bu imkânı açtı. Küçücük bir radyo sahibi olmak, bunun için yeterliydi. Bu dönemsel etki, televizyonun dünyamızdaki yerini genişletmesiyle beraber gitgide azalmaya başladı. Çünkü insanların artık kendini ifade edebilecekleri farklı mecralar da gelişmeye başladı. Bugün artık televizyonun da etkisi zamanla kırılabilir. İnternet televizyonları, anlık olarak paylaşılan videolar, sosyal medya, insanların ilgisini buralara çekmeye başladı. Yarın öbür gün şu cümleyi kurabiliriz: Televizyon çok samimi bir şeydi. Keşke hiç şu mecra olmasaydı da diyebiliriz.

Elimde 1997’den, 98’den, 99’dan Binlerce Mektup Var

Benim için de radyo daha samimiydi, bir görüntü yok, ses var, anlattığınız kelimeler var. Bu, durumu daha samimi hâle dönüştürebilir fakat samimiyet en nihayetinde insanın kendisiyle ilgili bir şeydir. Samimi değilseniz, bir radyo istasyonunda da bir dergâhta da bir vakıf sohbetinde de samimiyet ortaya çıkmaz. Samimiyet insana dair bir şeydir, araçlarla ilgili bir şey değildir. Samimi olan radyo değildir, samimi olan insandır. Eğer siz samimiyseniz, radyoda da samimisinizdir, televizyonda da samimisinizdir, sinemada da sahnede de samimisinizdir. Bu, yaptığınız işlerde insanlara geçer. Fakat sizin samimiyetiniz ortadan kalktıysa, samimiyetinizi yitirdiyseniz, tekrar radyoda olmak da sizi daha samimi yapmaz. Bazı araçlar insanın içinde masumiyet karinesini öldürebilir. Daha çok öldürebilir, samimiyetinizi yok edecek şeyleri tetikleyebilir. Ama bu da insanın imtihanı, doğal olarak. Bu aralar, radyo günlerimi gözden geçiriyorum aslına bakarsanız. Tekrar radyoya dönmek gibi bir niyetim yok ama mektupları derlemeye başladım o dönemden bana gelen. Elimde 1997’den, 98’den, 99’dan binlerce mektup var.

Türkiye’de Bir Zamanlar Arabesk Müzik Yasaktı!

İnsanlar için artık radyo miadını doldurdu mu?

Kuşkusuz, özel radyolarla birlikte o ilgi zamanla sönmeye başladı. İnsanların dikkati başa şeylere çekilmeye başlandı. Fakat bugün artık internet imkânları sayesinde evinizde bir bilgisayar varsa kendiniz kendi kişisel radyonuzu bile kurabiliyorsunuz. O ilk dönem radyolarda bakıyorsunuz Sosyalistler, İslamcılar, Türk Milliyetçileri, Kürtler, Aleviler herkes kendi dilini, dünyasını konuşmaya başladı bu radyo istasyonlarında. Böyle bir coşkuyla karşılanması doğaldı. Türkiye’nin radyo televizyonlarında bırakın politik bir dil ya da duyarlılık biçimini ifade etmek, mesela arabesk müzik yasaktı yani halkın yüzde sekseninin dinlediği bir müzik türü yayınlanmıyordu yani. Bugünden baktığımızda bunu algılamak çok kolay değil. Türkiye’de arabesk müzik yayınlanmıyordu yani. Orhan Gencebay sadece yılbaşında televizyona çıkıyordu mesela. Gündelik hayatında yer tutan değerli anlamlı bir şey, iletişim araçlarında hiç yok. Orada bambaşka bir dünya var ama özel radyolar gelince arabesk çalan radyolar, İslami radyolar, Sosyalist radyolar, Kürtçe radyolar oluştu. Özel radyoların böyle bir yetkisi olduğundan büyük bir iştiyakla karşılaştım. Herkesin artık şimdi bir sosyal medya hesabı var ve kendi duygu, düşüncesini ifade ediyor. Bunun için radyo istasyonunu araması, bir mektup yazması, faks çekmesi gerekmiyor bugün zaten faks çekmek diye bir şey de kalmadı, mektup da kalmadı. Yani geriye dönük hep biz bunları söyleyeceğiz. Mektup da çok samimi bir şeydi, şimdi Whatsapp’tan konuşuyor insanlar.

Televizyon radyoyu arka plana attı, şimdi de sosyal medya televizyona aynı şeyi yapıyor. Büyük ve hızlı bir dönüşüm var değil mi?

Yeni kuşak, televizyon dizilerini televizyondan izlemiyorlar, internet üzerinden izliyorlar. İnternet televizyonları gelişmeye başladı artık oralara dönük bir şeyler yapılmaya başlandı. Artık herkes,  herkesin dünyası özelleşmeye başladı; bireysel yayınlar, kendi ilgilerine dönük yayın ağları gelişiyor. Her şey değişiyor. Bir arama motoru, dilde bir fiil olarak kullanılmaya başlandı değil mi? İngilizcede artık “bir şeyi aramak” kelimesi yerine “Googlelamak” kullanılıyor, Googlelamak bir fiil olarak kullanılıyor artık, dile geçiyor yani.

Zaman Geçtikçe Yazmak Eylemi Hayatımın Bir Parçası Hâline Dönüştü

Peki, yazı dünyasında olmak, yazıyla uğraşmak sizin için ne ifade ediyor? “Yazmasaydım ölürdüm, yazmasaydım boğulurdum.” dediğiniz oldu mu hiç?

Yazmak dediğiniz şeyin anlamı sizin dünyanızda ne kadar derin, sahici, sahih, güçlü yer tutuyorsa doğal olarak bunun eksikliği sizin dâhil olduğunuz anlam dünyasında bir boşluğa yol açıyor diyebiliriz.  Benim için de zaman geçtikçe yazmak eylemi hayatımın, bu anlamda bir varoluşumun parçası hâline dönüştüğü için yazmadığım zamanlarda kuşkusuz bir şeylerin eksikliğini, bir havasız kalma durumu duygusu, bir kendi içimde boğulma duygusu hissediyorum zaman zaman. Kuşkusuz bunu yazmak eylemini kutsamak için söylemiyorum. Yani herkesin kendisi ve kendi dışındaki dünya ile kurduğu o anlam kapılarını farklı araçlar, farklı yollar diller üzerinden kurması mümkün. Yazıyla kuruyorsanız hayatınızda bu kadar geniş yer tutması da beklenebilir. Bazıları sözle kurabilir; anlatır, dinler, sohbet eder, muhabbet eder, daha sözel bir dünya kurabilir. Bazıları meşkle kurabilir, bazıları farklı sanat alanlarıyla kurabilir; müzik de resim de çeşitli estetik uğraşılar da insanın kendisi ve kendi dışındaki dünya ile ilişki kurma biçimleridir, yolarıdır. Bunun siz de ihtiyaç hâline dönüşmesi, derin karşılıklar bulması, hayatınızda varoluşunuza dair bir parça hâline gelmesi demektir.  Bilmek, duymak, görmek, hissetmek yani insanın bütün duyargalarıyla aradığı bir dildir bu. Yazmak bu dillerden bir tanesidir.

Yazmak, İnsanın Huzursuzluğunu Artırır

Yani kişi konuşarak hayatını konumlandırdıysa konuşarak, yazarak konumlandırdıysa yazarak mı rahatlar?

Bir rahatlama, olduğunu söylemeyelim çünkü yazmak insanı rahatlatmaz; yazmak, insanın huzursuzluğunu artırır bilakis. İnsan rahatlamak için yazmaz ya da ben rahatlamak için yazmıyorum. Yazdığım zaman kendimi daha rahat da hissetmiyorum. Böyle bir yaygın kanı vardır ama yazmak; insanın hüznünü artıran bir şeydir, yarasını derinleştiren bir şeydir, yüzleşmesini artıran bir şeydir. Yazmak; insanın, insanlığın kadim yaralarıyla, acılarıyla yüz yüze kalmaktır. Çünkü yazdığınız andan itibaren bir şeyi unutmak, görmezden gelmek alışmak gibi durumlardan uzaklaşırsınız. Tabii bu arada, yazmak eylemini bir piyasa uğraşı olarak söz etmiyorum. İyi edebiyattan, düşünceden, fikirden söz ediyorum. Çünkü bazen tam tersi yazmak uyuşturucu bir hâle de dönüşebilir. İnsanın hayatla kurduğu ilişkinin anlamını körelten bir şeye de dönüşebilir, her eylemde olduğu gibi. Onun niyeti kuşkusuz belirleyicidir.

Niyet, yazının da amacını belirleyen bir şeydir. Bizim bütün eylemlerimiz de olduğu gibi. Biz hayatın bütün eylem alanlarına, bütün yola çıkışlara bir niyetle başlarız ve niyet hayatın anlam dünyasına dâhildir. Dolayısıyla biz o eylemi gerçekleştiremesek dahi, o amaca ulaşamasak dahi, o yola çıkamasak dahi niyet etmiş olmamız başlı başına bir değerdir. Ve anlam ifade eder, yazmak için de bu böyledir. Ama yazmak insanı rahatlatır, diyemeyiz. Beni en azından rahatlatmıyor.

Asıl Mesele Bir Hikâyeye Sahip Olmaktır

Sinema ile ilginizden bahsedelim biraz da. Sizce sinema bize hangi imkânları sunuyor? Türkiye’de, dünyada sinema nereye gidiyor?

Kendi kendimize sormamız gereken şeyler var: Edebiyat, sinema önümüzde bir anlatım biçimi olarak duruyor ama senin anlatacak bir hikâyen var mı? Bir tefekkürün ve bir tahayyülün var mı?

Bir hikâyen varsa eğer içinde gitgide büyüyen, tutmakta güçlük çektiğin, gözünü her kapadığında hayaliyle baş başa kaldığın, gece uykunu kaçıran, iştahını kesen, seni güçten düşüren, anlatmak için içinde dayanılmaz acılar hissettiğin bir hikâyen varsa bu hikâyeyi anlatabilecek dili bulman mümkündür. Fakat hikâyesi olmayan insan için hiçbir söylem, hiçbir araç bir anlam ifade etmez. Eline aldığın fırça, önüne koyduğun herhangi bir enstrüman, önüne koyduğun kağıt kalem, kamera… Bütün bunlar senin için anlamsız araçlar olarak orada kalır. Asıl mesele bir hikâyeye sahip olmaktır.

Pek Az İnsan Bir Hikâyeye Talip Olma Cesaretini Gösterebilmiştir

Bir hikâyeye sahip olmak demek bunun tefekkürünü ve tahayyülünü geliştirecek akla ve kalbe sahip olmak demek. Bir hikâyenin anlatıcısı olmak demek bu hikâyenin taşıdığı duygu, bilgi ve anlam dünyasına dâhil olabilecek derinliğe ve cesarete sahip olmak demektir aynı zamanda. Bir hikâyenin içinde olmak demek bütün sıradanlıkları, alışkanlıkları reddetmek, zahiri yükümlülüklerden ibaret olan dünyanın dışına çıkmak, tahayyülün imkân sağladığı bütün derinliklere yürüyebilecek kadar cesur olmak demek. O yüzden pek az insan bir hikâyeye talip olma cesaretini gösterebilmiştir. Çünkü bir hikâye aynı zamanda bir sorumluluk demektir.

Bir hikâyenin parçası olmak ve bir hikâyenin anlatıcısı olmak hikâyenin barındırdığı bütün anlam dünyalarının ve değer dünyalarının sorumluluğunu taşımak demektir yüzden insanın omuzlarında ağır bir yüktür hikâye. Hikâyenin taşıyıcısı için ağır bir yüktür. Genellikle insanlar hikâyenin izleyicisi ya da dinleyicisi olmayı tercih ederler. Az insan hikâyenin taşıyıcısı olmayı kabul eder. Bir anlamda sorumluluk ve o sorumluluk bütün tarih boyunca az insanın taşıdığı bir sorumluluktur. Biz o yüzden bugün; büyük edebiyatçıların, büyük sinemacıların, büyük müzisyenlerin, büyük düşünürlerin, büyük sanat adamlarının, kültür adamlarının hikâyelerini dilden dile aktarıyoruz. Çünkü onlar; dünyanın sıradanlığını, alışkanlıklarını, insanın ruhuna attığı kalbini ezen mekanik işleyişi reddedip dışarıdan bakıldığı zaman daha karanlık gibi gözüken ama içine girdiğimizde bizim varoluş imkânlarımızı genişleten bir dünyaya dâhil olmayı seçmişlerdir.

Peki, sinemanın Türkiye’deki yeri sinema yapanlar açısından yeterli mi? Bugün Türkiye’de sinemanın derin kavrayışlara, hissedişlere, duyguların biçimlerine imkân açtığını  henüz söyleyemeyiz ama bu konudaki çabaların varlığını not etmeliyiz.

Küçük İmkânlarla Ortaya Şaşırtıcı İşler Çıkartabilirsiniz

Gençlerin daha çok kendileri olması adına, kabiliyetlerini ortaya çıkarması adına veya sinema, edebiyatla ilgilenmesi adına daha çok ne yapmalarını tavsiye edersiniz?

Sinema pahalı bir uğraşı bunu bir kenarda tutuyoruz fakat artık hayatımızda teknolojik araçlar bir biçimde farklı imkânlar da açıyor. Eğer gerçekten yeteneğiniz varsa, gerçekten bu işe zaman ve emek harcama niyetiniz varsa, gerçekten anlatabilecek bir hikâyeniz varsa ve gerçekten sinema gibi bir uğraşın içinde yer almak istiyorsanız, bunun daha kolay başlangıçları var. Yeteri kadar zeki ve üretici iseniz küçük imkânlarla ortaya şaşırtıcı işler çıkartabilirsiniz. Kısa film yarışmalarında, sosyal mecralarda bu yaptığınız şeyleri paylaşabilirsiniz. Buradan karşılık bulabilirsiniz. Bu başlangıç mümkün, yeter ki, yeteri kadar zeki, yeteri kadar hayal gücünü kullanan insanlar olsun. Fotoğraf makinesi düzeyindeki kameralarla çok şaşırtıcı işler çekmek mümkün. Ama buna kafa yormak, bunu sevmek, olmazsa olmaz bir koşul. Bunlar bize imkân açıyorlar. Bu imkânları doğru değerlendirebilirse yarın öbür gün daha büyük işler yapmak için daha büyük bütçeler elde edebilirler. Yeter ki bu yetenek, zekâ ve gayret olsun. Benim tavsiyem, arkadaşların ellerindeki imkânları maksimum düzeyde kullanabilecek bir gayret sarf etmeleri.

  • Ufak ufak başlamak lazım değil mi?

Kuşkusuz. Ellerindeki imkânları ne kadar kullanabiliyorlar, buna kafa yorsunlar öncelikle. Buradan şaşırtıcı işler çıkabilir. Ama hepsinden önemlisi, bu, teknik araçları kullanma becerisiyle ilgili bir şey değil. Bu, hikâye kurma becerisiyle ilgili bir şey. Elinizde çok büyük teknik imkânlar olduğu hâlde iyi işler çıkaramayabilirsiniz çünkü hikâye kurma becerisine sahip değilsinizdir. Benim genç arkadaşlara tavsiyem, öncelikle büyük hikâye kurma becerisine sahip insanların ne yaptıklarını yakından takip etsinler. Yani, sinemayla uğraşıyorlarsa eğer, büyük yönetmenler bugüne kadar ne çektiler, nasıl filmler çektiler, dünyada şu an neler üretiliyor, farklı mecralarda, ilgi duydukları mecralarda, nasıl üretimler var, dünyanın değişik yerlerinde insanlar bu işi nasıl yapıyorlar, nasıl hikâye anlatıyorlar, o kadar çok bu anlamda birikmiş şey var ki bütün bunlara bakmak, bir hikâye kurma becerisini ortaya çıkartmaya katkı sağlar. Sinema da böyle, edebiyat da da böyle.

Gençler Üretmeye Devam Etsinler, Bir Gün Mutlaka Karşılık Bulurlar

Büyük edebiyatçıların ortaya koyduğu klasik işlere bakmak, aslına bakarsanız bütün bu uğraşların temelinde yatan şey, bir hikâye kurma becerisi. Dolayısıyla sinemayla ilgilenen arkadaşların da önemli edebiyat metinlerinden haberdar olmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sinemayla uğraşacak olan arkadaşların da iyi hikâye yazanların yazdıklarını okuması, onların yeni hikâyeler kurması, hayal güçlerini geliştirmesine olanaklar sağlayacaktır diye düşünüyorum. Sonra, küçük küçük ellerindeki imkânları değerlendirip buradan, küçük bütçelerle ama şaşırtıcı işler yapabilirler. O konuda hiç özgüvenlerini kaybetmesinler. Çünkü zekice ve başarıyla anlatılmış hikâyeler düşük imkânlarla kurulmuş bile olsa birilerinin dikkatini çeker. Bugün internet dünyasında artık yaptığınız, ürettiğiniz şeyleri sergileyebileceğiniz farklı alanlar var. Dolayısıyla, iyi anlatılmış bir hikâyenin karşılık bulacağını, bir yerlerde izleyicisini bulacağını düşünüyorum ben şahsen. Benim tavsiyem bu konuda, hiç güvenlerini kaybetmesinler, üretmeye devam etsinler, bir gün mutlaka karşılık bulurlar.

Wattpad gibi ortamları üretkenlik açısından nasıl buluyorsunuz? Bu da kendini göstermek için bir alan olabilir mi?

Bu yeni bir şey mesela. Wattpad’lerde metinler yayınlayan genç insanların milyonlarca takipçisi var. İmza günleri düzenleniyor fuarlarda. Binlerce genç, çocuk çığlıklar atarak yazarları bekliyorlar. Bu çok yeni bir durum. Bunun edebiyata dönük karşılığı ne olacak? Bunu görmek için henüz erken. Bun geçici bir furya mı olacak; bu bir piyasa tüketim alışkanlığı olarak ucuz ve çok tüketilen bir şeye mi dönüşecek; yoksa bunu bir edebi karşılığı olacak mı; yeni bir dil, üslup buradan çıkacak mı? Biraz beklememiz gerekiyor. Ne toptancı yargılarla bunu yok saymamız gerekiyor, ne de bunu yine bir ön kabulle büyük bir edebiyat olayı olarak görmemiz gerekiyor. Yani ikisi de değil. Biraz beklemek ve bunun sonuçlarının nereye geleceğini görmek gerekiyor.

Okuma kültürü çok okumakla mı, hızlı okumakla mı, derin okumalar yapmakla mı kazanılır sizce? Gençler yazacaklar veya bir hikâye anlatacaklarsa okumalılar, öyleyse okumaya nereden başlamalı?

Okumakla ilgili deneyimler kişisel ve biricik deneyimlerdir. Bunu genellemek çok kolay değil. Birtakım alanlara ilgi duyduğunu bildiğimiz insanlara rehber olacak kitap listeleri vermek mümkün. Benim ilk gençliğimde böyle şeyler epeyce yaygındı. Birlikte olduğumuz arkadaşlarımızla çeşitli okuma listelerini takip ediyorduk ve bu okumaların bizim fikri gelişimimize katkı sağlayacağını düşünüyorduk. Bir kere okuma serüvenini belirleyen şey insanın kendisini tanımasıyla başlıyor. Yani sen nasıl bir okuma izleği oluşturacaksın. Bunun için de en doğru yol okuduğun ve beğendiğin yazarların seni başka yazarlara taşımasıdır. Diyelim ki Nuri Pakdil okuduğunuzda doğal olarak Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören okumaya başlıyorsunuz. Diyelim ki Cemil Meriç okumaya başladığınızda Cemil Meriç’in dipnotları Cemil Meriç’in işaret ettiği yerde birtakım başka yazarlarla karşılaşmaya tanışmaya başlıyorsunuz. İşte Cahit Zarifoğlu tanıdığınızda Rilke’yi de tanımaya başlıyorsunuz. Yani benim tavsiyem okuduğunuz ve sevdiğiniz yazarların sizi çağırdığı işaret ettiği bir izlek üzerinden hareket etmenizdir. Bu sizin okuma iştiyakınızı hevesinizi artıran bir şeydir. Bir de çevrenizde fikirlerini önemsediğiniz, duygularını ifade ediş biçimine inandığınız insanların okuma izleğini takip etmeniz size başka bir yol da açabilir.

Olan Olmuştur, Olacak Olan da Olmuştur

18 yaşındaki Tarık Tufan ile karşılaşsaydınız ona ne tavsiye ederdiniz?

Bir şarkı vardı: “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler.” Birisi diyordu ki bana kaybolan yıllarımı verseler yine kaybederim. 18 yaşımdaki hâlime daha çok okumayı daha çok yazmayı tavsiye edebilirdim. Ama bu da çok klişe bir şey. Akışına bırak derdim yani çok sıkma kendini. Amiş Efendi “Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur.”  diyor ya onun gibi. 18 yaşımdaki hâlime “Çok kendini kasma, daha rahat bırak.” derdim herhalde.

Son soru. Eğer Tarık Tufan’ın bütün kitapları kaybolacak olsaydı hangisini kurtarmak isterdi?

Valla bu çok zor bir soru. Belki Kekeme Çocuklar Korosu olabilir. Benim ilk kitabım. Aynı zamanda bir kuşağın iç sesidir o kitap. Her ne kadar öyle edebi bir anlatı gibi dursa da 1990’ların sonunda ya da 1990-2000 arasında gençliklerini sürdürmüş, ilk gençliklerini yaşamış bir kuşağın iç sesidir. Dolayısıyla o iç sesin bir biçimde bugüne ulaşması için Kekeme Çocuklar Korosu’nu tercih ederdim.