#

BİR ŞEY ÖĞRENMEK İÇİN YOLA ÇIKTIĞIMDA MEVSİM HEP KIŞTI

Çamurlu bir sokakta geçti çocukluğum. Oturduğumuz ev bir gecekonduydu. Yaşadığımız semt, ayaklarımızı bastığımız zemin, başımızın üzerindeki gök de farklı değildi, hep gecekondu. Uzakla yakın birbirine girmiş gibiydi. Malatya ile Samatya, Gümüşhane ile Şişhane arasında fark yoktu. Yan yana dizilmiş baraka odalara “okul” ismini vermişlerdi. İlkokulu bu barakalarda okudum. En çok yağmur yağınca tavandaki yağmur damlalarının senfonisi hoşuma giderdi. Oldum olası sevmezdim okulu. Bir uçtan bir uca serilmiş çamaşırların altından geçerek giderdim okula. Evimiz o kadar yakındı ki bir türlü geç gitmeyi beceremezdim. Hiç olmazsa bir kez olsun “andımız”ı söyletmeyi ne çok istemiştim. 23 Nisan’larda şiir okumayı da öyle. Bir şey uzak tutardı bizi bu tür rolleri almaktan. Uzak o kadar yakındı ki yanı başımızda bir bakış mesafesi varabilirdik ona.

Yaz tatillerinde ve okuldan kalan boş vakitlerde hemen evimizin aşağısındaki caminin hocasına gönderilirdik. Bakkala gönderilir gibi giderdik camiye. Cami okula çok uzaktı, okul da camiye. Uzak dedimse öyle fiziki mesafe olarak falan değil tabi. Birinden diğerine geçerken nefesim daralır, kalbim sıkışırdı. Okul camiden kaçardı, cami okuldan. Bense her ikisinden kaçmak istesem de ilk adımda yakalanıverirdim. Çehreleri evimizde hiç kimseninkine benzemeyen öğretmenlerim oldu okulda. Yüzlerine baktıkça soğuk ve uzak bir şehirde sürgün gibi hissederdim kendimi. Bir sırrı sımsıkı tutar gibi ağzımı hiç açmadan dururdum gün boyu. İki korku arası tir tir titrediğim çok olmuştur.

İlkokul öğretmenim Kur’an hocalarına gitmememiz gerektiğini söylerdi sürekli. Onların karanlık dünyasından bahsederdi hep. Ölüm, cenaze, kafatası, teneşir ve mezarlık kelimelerinin bolca geçtiği korku cümleleri kurardı öğretmenlerimiz. O yaşlarda ben, elektriğin olmadığı sokağımızda gece yürürken gölgemi görsem korkardım. Sık sık elindeki yeşil kaplı kitaptan bizlere cennet ve cehennemin tasviri resimlerini gösteren camideki Kur’an hocamız ise okula ve okulda öğrendiklerimize boşa zaman kaybı olarak bakardı. Bu çatışma içerisinde bitirdim ilkokulu. Daha doğrusu “geçer”le geçtim.

Bundan sonrası için kafamda tek şey vardı, emsallerim gibi Oto Sanayi Sitesi’ne gidip çırak olmak. Burası bana yakın olsa da babamın kafasına çok uzaktı. Babama göre para ile tanışmamam gerekiyordu. Belli ki okulla camiyi barıştıracak bir yer vardı kafasında. Çok geçmeden kafasındakini gerçekleştirmişti babam. Kaşla göz arasında mahallemizde açılışı yapılan ama binası olmayan Şişli İmam Hatip Lisesi’ne kayıt oldum. Mehter marşlarıyla açılışı yapılan Şişli İmam Hatip Lisesi’nin Şişli ile de bir ilgisi yoktu. Nakliye işlerinin at arabalarıyla yapıldığı bir mahalleden bahsediyoruz, şimdinin Kâğıthane-Sanayi Mahallesi’nden.

Ortaokul ve liseyi de yedi sene boyunca bu binası olmayan fakat eve son derece yakın olan okulda okuyacaktım. Hiç peşimi bırakmayan bu yakınlığı hep uzaktan izledim. Mahallenin ileri gelenleri çatısı çatılmamış bir binanın en üst katını İmam Hatip Lisesi olarak kiralamışlardı. Sonbahar yağmurları bir muştu gibi gelmişti ardından. Kaç kez sabahları okula gittiğimizde yağmura karşı korunaksız çatısız okulumuzun havuza dönen sınıflarını görüp geriye dönmüşüzdür. Bir keresinde de hiç unutmuyorum, soba tüttüğü için evlere gönderilmiştik. O sıralar Rabbimden duam şuydu:

“Ey yüce Rabbim, beni başarısız kıl, çok zayıflı, bol kırıklı bir karne nasip eyle. Sen yücesin, sen darda kalmışların melceisin.”

O kadar çalışmama rağmen karneme istediğim sayıda zayıfı getirememiştim. Her seferinde ÖKK (Öğretmenler Kurulu Kararı) ile bir üst sınıfa geçiriliyordum. Hayattaki ilk başarısızlığım budur. O gün anlamıştım “başarı” bana çok uzak bir kelime. Lise 2. sınıfta bir ara yakalıyor gibi olmuştum bu başarı denen mereti ama son anda kaçırdım ve bir daha da yakalayamadım. O yıl yedi zayıfım gelmişti karnemde, nasıl sevindim bilemezsiniz. Karnemi aldığım gibi sevinçle eve koştum. Annem her zamanki gibi uzaktan şöyle bir baktı “İyi, iyi…” deyip mutfakta işinin başına geçti. İçim içime sığmıyordu, akşam işten gelecek babamı beklemeliydim. Büyük ihtimal beni bu kadar zayıfla okutmaz, “Bu çocuk adam olmaz der.” ve yaşım geçmeden Oto Sanayi’de bir meslek sahibi olurum diye umuyordum. Ama heyhat! İşten yorgun argın gelen babam karnemi görünce hiç olumsuz bir şey söylemedi. Aksine sevindiğini bile söyleyebilirim. İlkokulu bile bitirdiği meçhul olan babam o gün büyük bir pedagog örneği sergilemişti. Başımı öne eğdiğim için sadece yüzümün bir yarısına bakarak söylediği şu sözleri unutamam:

“Karnen ölçü değil, senin yarınını değil bugününü gösteriyor karne. Yarın çok şeyler değişir. Sakın bu zayıflarla okumaktan kurtulurum sanma. Otuz yaşına da gelsen okuyacaksın. Ya bu deveyi güdeceksin ya bu deveyi, diyardan gitmek yok!”

Anladım ki kaçış yoktu. Pılımı pırtımı alıp içime döndüm. İçim gerçek evimmiş meğer bunu anladım. Pılım pırtım kelimelerim, hayallerim ve rüyalarım; yani o dünyaya bir türlü sığmayan şeyler. Müfredatın en üst katına çıkıp oradan kendimi boşluğa bıraktım. Boşlukla insanın ayaklarının temas etmesi ne kadar hoştu. Dünyanın boş olduğu bilgisine ulaştım buradan. Hiçbir kitapta yazmıyordu bu hakikat, müfredatta yoktu. İmam Hatip bana ezber yapmaktan ziyade ezber bozmayı öğretti. Kurulu cümleleri ve de fesat üzere bir araya gelmiş kurulu düzenleri bozmakta ustalaştım. Ismarlama başarılarla işim olmadı. Ne imamlara doğru düzgün ısınabildim ne öğretmenlere. Bir şey öğrenmek için yola çıktığımda mevsim hep kıştı. Şimdi hâlâ evime ve işime yakın bir dünyada yaşıyorum.