#

Miras

Babamdan bana kalan iki mirastan biri küçük ahşap ev, bir diğeri kahve kokan eski kitaplar.

Sahaf olan babam ölmeden önce birçok kitabını dağıtmıştı. Bu yüzden evde yalnızca değerli gördüğü kitaplar bulunuyordu. Buna rağmen bu kitaplarla büyük bir kütüphane kurulabilirdi.

Yine bir gün babamın kitaplarını incelerken Peyami Sefa, Namık Kemal, Ömer Seyfettin gibi üstatların kitapları dikkatimi çekmişti. Bu kitapları okudukça ufkum genişliyordu. Kitapların içinde kaybolmuşken gözüme eskilerden bir kitap çarptı: Ziya Gökalp’in 1923 yılında çıkardığı ve babamın kitaplığında ilk basımı bulunan “Altın Işık” kitabı. Kitabın ilk sayfasında bir not vardı ve notta şunlar yazıyordu:

“Edip Usta’dan kan kardeşine armağan…”

Altında bir de adres bulunuyordu. Vakit kaybetmeden, yazan adrese doğru yola çıktım. İstanbul’a adresin bulunduğu Soğuk Çeşme Sokağı’na vardım. Çocukların oyunlar oynadığı, kıraathanesinde sohbetin koyu olduğu, hanımların kapı önlerinde dantel ördüğü, taklacı güvercinlerin uçuştuğu eskilerden bir sokak… Sokağın sonunda adresin yazılı olduğu küçücük bir ayakkabı tamiri dükkânı, içeride sırtı dönük oturan bir ihtiyar…

“Hayırlı işler usta.” diyerek dükkâna girdim. Usta, doğrularak “Hoş geldin yeğenim.” dedi ve

“Geç otur şöyle.” diyerek iskemleyi gösterdi. Yanında çalışan delikanlıya da iki çay koymasını söyledi. Beni tanıyormuş edasıyla “Nerede kaldın yeğenim?” diye sordu. Şaşırdım, “Beni nereden tanıyorsunuz?” diyerek cevap verdim. “Elinde sımsıkı tuttuğun kitaptan tanıyorum.” deyince  “Demek hatırlıyorsunuz.” diye sözünü kestim, başladım kitapta ismini gördüğümü, yazan adresten kendisini bulduğumu, babamın eski bir sahaf olduğunu anlatmaya. Derken o da benim sözümü kesti ve “Dur yeğenim dur, ben de sana anlatayım. Baban benim çocukluk arkadaşım, ebedî dostum ve kan kardeşimdi. Demek babanın kitaplarından çıkan yolun buraya kadar uzandı.” dedi ve bana babamla avlandığı ormanları, yaptıkları haylazlıkları, seyahat ettikleri yerleri, kısacası tüm anıları anlattı, bunun yanında bana öğütler de verdi.

Kendisine iki hafta boyunca her gün uğradım, her ziyaretimde koyu bir sohbete dalıyorduk. Edip Usta kitap gibi bir adamdı, o konuştukça insanın dinleyesi geliyordu. Son ziyaretimde ise Edip Usta’yı pek iyi görmeyerek “Neyin var?” diye sordum ancak cevap alamadım, konuyu değiştirerek bana kitaplardan, hayattan bahsetti. Son konuşmamızdaki sözleri şunlar olmuştu:

“Yapacağın işlerde asla pes etme, ümitsizliğe kapılma. İnsan en derin sorun çukurlarından bile çıkabilir. Yeter ki en kötü çukura, yani ümitsizlik çukuruna düşme. İyilik yapmaktan geri durma. Sevmeyi bil, dokunmayı tenden ibaret sanma; kalplere dokunabildiğinde gerçek aşkı tadacaksın.

Sonra bana dönerek sordu: “Sen çok kitap okuyorsun, söyle bakalım dünyanın yedi harikası nedir?” Hemen Ürdün’deki Petra Antik Kenti, Çin Seddi, Brezilya’daki Kurtarıcı İsa Heykeli, Peru’daki Machu Picchu Antik Kenti, Meksika’daki Chichen Itza Piramidi, İtalya’nın Roma kentindeki Kolezyum ve Hindistan’daki Tac Mahal Anıt Mezarı’dır.” dedim. Edip Usta, “Değil yeğenim, yanlış biliyorsun.” diyerek tebessüm etti ve şunları söyledi:

“Dünyanın yedi harikası şunlardır: Dokunmak, tutmak, görmek, işitmek, hissetmek, gülmek en önemlisi de sevmek. Bunları aklından çıkarma yeğenim.”

Bir gün kendisini ziyaret etmeyerek boşladığım o küçük ayakkabı tamiri dükkânına ertesi gün vardığımda dükkân kapalıydı ve etrafta kimse yoktu. Tam bu sırada bir sesle irkildim: “İyi adamdı.” Arkamdan yaklaşan, Edip Usta’nın yanında çalışan delikanlıydı, gözleri dolmuş bir şekilde bana bir kitap uzattı. Cemal Süreya’nın “Üvercinka”sıydı. Şaşırmıştım, kitabın kapağını çevirirken delikanlının “Ustayı kaybettik.” demesiyle gözlerimden akan yaşlar kitabı ıslatmıştı. Kitabın ilk sayfasındaki notta şunlar yazılıydı:

“Edip Usta’dan yeğenine armağan…”

Ve altı çizili bir not daha:

“Allahaısmarladık…”

Osman Duru