MENDİL TEMİZ MUHAMMED GÜZEL KALBİM GÜL
Her olayı hayır bil,
Her geceyi Kadir bil,
Her geleni Hızır bil
Hz. Mevlana
Hızır ya da biz şimdilik Muhammed diyelim. Göğsü yırtık, yeşilimsi, uzun kollu bir tişört; lacivert cepsiz bir pijama ve sırtında muhtemelen çöpten bulunmuş pembe bir kız çantasıyla Muhammed’le tanışın. Edirnekapı’dan bindiğim balık istifi, sıkıcı metrobüs yolculuğumda karşıma çıkan cennet kokulu, cennet bakışlı, cennet yüzlü, cennet gibi bir çocuk.
Fatih’ten evime dönmek için Edirnekapı’dan metrobüse biniyor ve herkes gibi ben de sıkıcı mı sıkıcı, bıkkın mı bıkkın bir yolculuğun ortasında buluyorum kendimi. Kulaklıklarımı takmış ya Müslüm baba ya Özer Özel dinliyorum. Dinledikçe kafamdaki dertler, tasalar daha da aklımı bulandırıyor. Bıkkınlığım umursamazlığa dönüyor. Zaten yorulmuşum, pek bir şeyi umursayacak hâlim bile yok. Ya da bana öyle geliyor. Umursayacağım birçok şeyin olduğunu, çok değil, yaklaşık 10 dakika kadar sonra fark ediyorum.
Sağ bacağımın orada bir hareketlenme, bir kıpırdanma olduğunu hissediyorum. Kafamı sağa çevirdiğimde bir şey yok. Bacağıma bakıyorum ki küçük, kavruk, tatlı bir çocuk elinde mendil ve sırtında çanta ile bacağımın yanından önüme geçmeye çalışıyor. Önüme geliyor ve mendili eliyle uzatabildiği kadar yükseğe, yani çene hizama kadar, uzatıyor. Çocuğun boyu göğsüme kadar geliyor.
Yüzüne bakıyorum; masum, mahzun ve sempatik bir ifade… Giyimi kuşamı, sokakların çocuğu…
Çocuğun yüz ifadesi ve başını yana yatırarak yaptığı hareket yalvarıyor: N’olursun bir paket mendil al. Çocuğun yüzüne bakarken dalıyorum. Benden çocuğa cevap yok. Neden sonra çocuğa bir miktar harçlık vermem gerektiğinin farkına varıyorum. Ondan daha önemli olarak da gülümsemem gerektiğinin.
Çocuğun gözlerine bakıyor ve içten mi içten bir tebessüm yolluyorum. Onun gözleri hâlâ yakarışta. Hafifçe eğiliyorum ve adını soruyorum. Tatlı bir ses tonuyla ‘’Muhammed’’ cevabını alıyorum. (H’yi Arapçadaki Hâ ile söylüyor.) Tahmin ettiğim gibi Suriyeli. Nereli olduğunu sorup yanılmadığımı tasdik ediyorum. Hangi şehir deyince (yine Arapça H’si ile) ‘’Halep’’ diyor.
Yeter de artar bile. Halep’in bombaları altında çocukluğunu kurban vermiş bir tutam Muhammed… İçimden diyorum ki: “Sen ne şereflisin ki eli ayağı tutup dilenen koca koca adamları elindeki mendille yerle yeksan ediyorsun.”
“Kaç yaşındasın?” Türkçesi yetmiyor. İmam Hatip’te öğrendiğim “Kaç yaşındasın?” sorusunun Arapçasını söylemeyi aklımdan bile geçirmiyorum. O tatlı ses tonu ve göğsüme gelen boyuyla içime akıttığı duygu seli kaç yaşında olduğunun zerrece öneminin olmadığına kanaat getirmeme sebep oluyor.
Burnumun ucunda bir paket mendil duruyor. Muhammed’in benden sonra da mendil satacağı kişiler olduğunu düşünüp daha fazla zamanını çalmamın gereksizliğini fark edip doğruluyorum. Elimi cüzdanıma atıp bir miktar kağıt para çıkarıyorum. Muhammed kağıt parayı görür görmez çantasını açıyor ve biraz bozuk para çıkarıyor. Ben kağıt parayı ona uzatırken o da elindeki bozuklukları para üstü babında bana uzatıyor. Kalsın, diyorum; zorla elime koyuyor. Kağıt parayı alıp güzelce çantasına koyuyor.
Bitmiyor. Muhammed gözlerime baka baka bana darbe üstüne darbe indiriyor. Bakın ne yaptı? Göğüs hizama gelen başını göğsüme daha da yaklaştırıp bir öpücük kondurdu. Ağlasam tüm dünya sel altında kalır diye geçiriyorum içimden. Duraksamaksızın ben de onun başına eğilip saçlarının arasına bir öpücük yerleştiriyorum. O anki duygularımı anlatmaya çalışmam kadar yersiz bir hareket olmaz herhalde. Ben şu metrobüsün ortasında ölsem ve kimse bana bakmasa, sadece o, bir tek Muhammed o güzel yüzünü bana döndürse yeter diyorum.
Ölmüyorum. Muhammed dönüyor ve hayatı tiye almayan insan sürüsüne mendillerini uzatıyor. Cevap: Olumsuz. Cevap olumsuz ama Muhammed mutlu, ben mutlu, içinde bulunduğum metrobüs bile musmutlu.
Muhammed gül yüzünü bana bir kez daha dönüyor ve boyunun yettiği yere, göğsüme, bir öpücük daha konduruyor. Elimi saçlarının arasında gezdiriyorum. Mutluluktan ölüyorum.
Sonra korkunç bir şey oluyor. Bir ses… Bir kadın bir şey dedi, kapılar açıldı. Eyvah ki Muhammed iniyor. Ben arkasından ölesiye mutlu bakıyorum. Muhammed iniyor ve duruyor. Bana dönüyor. Elini sallıyor. Elini öpüyor ve bana doğru çevirip eline ve bana doğru üflüyor. Bunu birkaç defa tekrarlıyor. O bunu yaptıkça ben de ona elimi sallıyorum. Kapılar kapanıyor. Metrobüsün filmli camları arasından Muhammed belirginliğini kaybediyor. Metrobüs yol alıyor ve Muhammed artık yok.
Ben yüzüme sinen mütebessim ifadeyle öylece kalakalıyorum. Metrobüs gül kokuyor. Göğsümden vücuduma bir gül kokusu yayılıyor. Ve kalbim, gül bahçesine dönüyor. Kalakalıyorum öylece: Mendil temiz, Muhammed güzel, kalbim gül.