GÜNÜMÜZ EĞİTİMİNE FARKLI BİR BAKIŞ
Eğitim hakkında bugüne kadar birçok yazı yazıldı ve yazılmaya da devam ediyor. Yazıların yanı sıra kitaplar basılıyor, televizyon programlarına insanlar çıkartılıyor, seminerler veriliyor, yurtdışından uzmanlar davet ediliyor. Bu programlarda, seminerlerde eğitimin sorunlarından, çözüm önerilerinden, eğitimin geçmişte nasıl işlendiğinden ve eğitimde gelecekte ne gibi uygulamalar olabileceğinden bahsediliyor. Eğitimi bu kadar konuşulabilir kılan etmenlere bakacak olursak en başta hepimizin bir öğrencilik hayatına sahip olmamızdır. Ülkemizde her sosyoekonomik durumdan insan akademik geçmişi veya mesleği eğitim ile ilişkili olsun olmasın eğitim hakkında bir düşünceye sahiptir. Dile getirilen bu düşüncelerin çoğunda ortak noktalar, benzerlikler görülebilir. Bu benzerliklere örnek verecek olursak bunlar; “eğitimin en büyük sorunu” ile “şöyle yapacaksın/yaparsan, düzelecek” söz öbeklerinin olmasıdır. Bu yazı oluşturulurken bu söz öbeklerinin kullanılmamasına özen gösterilmiştir. Bu yazıda yukarıda bahsedildiği gibi bir sorun ve çözüm önerileri üzerinde değil, bir psikoloji mezununun formasyon eğitimi sırasında eğitim ile ilgili gözlemlediği durumlardan bahsedilecek. Bu durumlar okuyucunun bakış açısına göre olumlu veya olumsuz yönde değerlendirilebilir.
Eğitimin Prosedürel Gerçekleştirilmesi
Eğitim ile ilgili bir yazı yazıldığında genelde herkes bir tanımlamadan yola çıkar. Biz bu tanımlamalara çok girmeden Türk Dil Kurumu’nun tanımını vermek ile yetineceğiz. Bu tanıma göre eğitim; çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye olarak tanımlanmıştır. Burada odaklanılan grup “çocuklar ve gençler”. Bu açıklamaya göre yapılan her çalışma, öğrencilere yönelik olması ve sadece öğrencileri kapsaması bekleniyor. Özellikle psikoloji son sınıfta yapmış olduğum okumalar ve formasyon döneminde aldığım derslerde gördüm ki, eğitim alanında çalışan bir sürü akademisyen ve hoca var. Öyle ki sanılandan çok daha fazla sorun analizi ve çözüm önerileri sunulmakta. Sunulan bu çalışmalar alanın içinden uzman kişiler tarafından yapılmakta. Ancak tam bu nokta da dikkatimi bir şey çekiyor. Bu kadar çalışmalara, projelere rağmen ülkemizdeki gençlere hala “doğrudan” ulaşamadığımız gözüme çarpıyor. Bunun en somut örneğini ise Milli Eğitim Bakanı tekrar değiştiğinde tecrübe ettim. Ziya Selçuk Bey seçildiğinde yaptığı ilk açıklamalardan bir tanesi “öğretmen atamaları” ile ilgiliydi. O zaman anladım ki eğitim sadece “öğrenciye” odaklanan bir müessese değil.
Hepimiz öğrencilik yıllarımızdan hocalarımızın sınıf defterine derste işlenen konuyu yazmasını ve imza atmasını hatırlarız. Bu işlem öğretmenin hangi dersi işlediğinin kaydı olduğu gibi bir bakıma derse giren hocanın yoklamasıdır. Sınıf defterinin imzalanması gibi ufak bir işlemden tutun ders saatleri, teneffüsler, konu taksonomileri, müdürlük gibi daha makro ölçekte örneğini verebileceğimiz birçok şey bir prosedürün yani izlenecek yolun parçasıdır. Bu parçaların hepsi eğitimin gerçekleşmesine hizmet etmektedir. Bir dersin işlenişi de bir prosedür gerektirir. Tekrar sınıf defterinin imzalanması örneğine geri dönecek olursak, sistem açısından defterdeki imzalanmış konu işlenmiş sayılır. Ancak sınıftaki bir öğrenci konudan sıkılıp hayallere dalmış ise sistem bunu nasıl fark edebilir? Tam bu noktada konunun başlığı devreye girmektedir. Günün sonunda sınıf defterleri toplandığında, öğrenciler ve öğretmenler evlerine doğru yol aldıklarında eğitim prosedürel anlamda gerçekleştirilmiştir. Ancak eğitim gerçekleştiği o an hem öğretmenin içselleştirerek o konuyu aktarması hem de öğrencinin o konuyu özümsemesi sistemin dışında kalan öğelerdir.
Öğrenciyken Eleştirdiğimiz Hocalarımıza Nasıl Dönüşüyoruz?
Ortaokul ve lise dönemlerinde bazı hocaları özellikleri ve davranışlarından ötürü eleştirir hatta bazen dalga konusu yapardık. Hocaların bazılarını çok kuralcı, bazılarını çok titiz, bazılarını ise çok sinirli ve kaba bulurduk. Ne kadar “öğretmen olsam böyle yapmazdım” bazında bir düşünceye sahip olsak da aynı zamanda hocaların eleştirdiğimiz davranışlarını, duygularını ve hatta düşüncelerini sosyal olarak öğrenmiş oluyorduk. Bunun en somut örneğini ise formasyon eğitimimin ilk döneminde “Sınıf Yönetimi” dersinde görmüş oldum. Dersi veren hocamız büyük bir bilgi ve tecrübeye sahipti. Derste ise sınıf yöneticisinin yani “öğretmenin” nasıl davranması gerektiği gibi konular işlenirdi. Ancak her derste yaklaşık 800 kişilik olan bu sınıfa “susmanızı bekliyorum”, “sohbetiniz bittiyse” veya “komik bir şey varsa bizde gülelim” gibi klişeleşmiş sözleri sarf ediyordu. Yani tecrübeli bir akademisyen öğretmen adaylarına “sınıf yönetimi” dersinde çok iyi bir örnek olamıyordu.
Formasyon eğitiminin ilerlediği zamanlarda öğrenciler ve öğretmenlerin bir unsura takıldığını görmüş oldum. Bu unsur bir önceki başlıkta dile getirdiğimiz prosedürdü. Öğretmen adayları olan biz öğrenciler, hocaların isteklerini prosedüre uygun yapıyorduk ancak yine o konunun içselleştirilmesi tamamen bizim vicdanımıza bağlıydı. Bir dersten en yüksek verimi almak, bir dersi layığıyla tamamlamak, sınavdaki soruları ezberden değil özümsenmiş bilgiyle cevaplayabilmek yine tamamen öğrenciye bağlıydı. Öğretmen adaylarının eğitim programı da prosedürel olarak gerçekleşmekteydi.
Staj için gönderilmiş olduğum okulda hocalar ile tanıştığımda, fikirlerini aldığımda, okul yönetimini öğrenci perspektifinden değil de öğretmen perspektifi ile değerlendirdiğimde yine karşıma prosedürler ortaya çıkmıştı. Staj sürecimi okulun rehberlik servisinde geçiriyordum ve hocaların birçok konuda yakındığını ve özellikle dilekçeler ile uğraştığını gördüm. Dilekçeler de prosedürün bir parçasıydı. Dilekçeler bir olayı resmiyete dökmek için gerekli olan araç olarak eğitim sistemine hizmet ediyorlardı. Ancak teorik ve teknik anlamda aldığımız bilgilerin pratikte nasıl farklılaştığını görmüş oldum. Öğretmenler de prosedürü izlerken o kadar fazla enerjilerini harcıyorlardı ki öğrencilere ne yeterli vakit ne zaman ne de enerji kalıyordu. Eğitime hizmet amacıyla kıymetli çalışmalar yapılarak oluşturulmuş bu prosedürler, yöntemler, eğitime aynı zamanda biraz köstek oluyordu. Bu yüzden öğretmenler ve öğretmen adayları da süreç içerisinde ilk gözlemledikleri öğretmenler gibi düşünüyor, hissediyor ve davranıyorlar.
Son Olarak
Yukarıda bahsedilen konular, yazının başında da belirtildiği üzere bir sorun belirtmek için değil, gözlenen “durumları” ifade etmek içindir. Eğitim sisteminin sunmuş olduğu müfredat, dersler, ders saatleri ve dahası tartışılabilir. Ancak sistem ne kadar değiştirilse de prosedürsüz bir sistem düşünülemez.
Birey hayat boyu eğitim alanın içinde kendisini bulur. Bireyin süreç içerisinde rolleri de değişebilir. Kimi zaman öğrenci, kimi zaman öğretmen, kimi zaman yönetici, kimi zaman ise ebeveyn olarak… Önemli olan bu kıymetli çalışmaların ürünü olan prosedürleri işimizi kolaylaştıracak şekilde kullanabilmektir. Bu da yine bizlere düşen bir sorumluluktur.
Mehmed Nihad Özkaya
Psikolog. Bahçeşehir Üniversitesi Oyun Tasarımı Yüksek Lisans Programı’nda öğrenci aynı zamanda Mayadem’de stajyer. Dijital eğitim alanında çalışmalar yapıyor.