Bir Eve Dönüş Hikayesi
Anaokuluna gitmedim. Benim zamanımda ilkokul ve ortaokullar; ilköğretim tabelasının altında eğitim öğretim faaliyetlerini, ortak bir şekilde yürütüyordu. İlköğretime de mahallemdeki devlet okulunda başladım ve bitirdim. Mahalle sınırlarının dışına çıkmam komşu ilçedeki Anadolu lisesine yerleşmemle başladı. Hararetli tartışmalar yaşandı evde. Bu çocuk okula nasıl gidecek? Ailenin bir kanadı kesinlikle servisle okula gitmemi savunurken, diğer kanat toplu ulaşımı kullanmamı salık veriyordu. Servisi kimin istediğini tahmin ettiniz mi? Biraz ipucu verebilirim. Devir kötü, yollar tekin değil, sabah erken vakitlerde yollara düşecek bu çocuk, malum saatlerde alınmıyor, güneş geç doğuyor, karanlıkta zorlanır, servis gelsin kapıdan alsın, kapıya bıraksın… Güvenlikçi politikalar; annelerimizin vazgeçilmez fikir abideleridir. Evet, evet yanılmadınız; başıma bir şey gelmeden okula gidip gelmemi dileyen annem. Sabah evden çıkarken, yemeğe bekliyoruz nidaları, saatin ilerlediği havanın karardığı vakitlerde art arda gelen mesajlar, belki biraz daha ileri bir merakın hevesiyle konum atmanızı isteyen anneniz, annelerimiz. “Gidince haber ver mutlaka, en azından çaldır oğlum/kızım, içim rahatlasın.” Bu cümle annelerimizin sık kullanılanlarında yer alır.
Birazcık dağıldık, okula gidemedik, hemen hızlanalım. Toplu ulaşımla okula gitmeme dair oy veren iki kanat var. Birisini tahmin etmenize imkan var, diğerini tahmin edemezsiniz diye düşünüyorum. Elbette yanılabilirim, okuyucuyla aramın kötü olmasını istemem, bu yüzden baştan yanılabileceğimi kabul ediyorum. ‘Bu çocuk okula nasıl gitsin?’ başlıklı referandumda yaptığı konuşmada babam; hayatın zorluklarından başladı o veciz konuşmasına. Kendisinin ve kardeşlerinin ortaokula dahi yürüyerek gittiklerinden, 1980’lere giden karmaşık yıllardaki lise öğreniminin zorluklarından söz etti. Hayatı, insanları tanımanın tecrübe istediğinden bahsetti. Uzun uzun konuştu babam. Henüz halının desenlerini ezberleyeceğim ‘bu böyle olmaz, toparlanmalısın’ konuşmalarına birkaç yıl olduğu için babamın konuşmasını heyecanla dinledim. Annem ise kaygılıydı elbette, 13 yaşın daha çok küçük olduğunu sıralıyordu annem cümlelerinde. Toplu ulaşımı savunan ikinci kişi, tahmin ettiniz mi bilemiyorum, bendim. Galiba ergenlik heyecanı. Servisle gitmenin utanılacak bir şey olduğuna dair bir düşüncem gelişmiş. Bu düşüncenin nereden geldiğini, neden geldiğine dair bir bilgim yok. Hormonlar olabilir mi? Belki. Sonuçta annem her sabah beni dualarla okula uğurladı, ben de aylık İstanbul Kart’ımla okul yolunu tuttum.
İlkokula başladığımda, en çok merak ettiğim, ben yokken evde ne olduğuydu. Annem ne yapıyordu? Kardeşim oyuncaklarımla oynuyor muydu? Ben yokken annemler bir yere gezmeye gidiyorlar mıydı? Derste pencereden bakarken çok azar yemişimdir. Ama ne yapayım öğretmenim, annesiyle yoldan geçen bir çocuk görünce ona imreniyordum. Elbette o zamanlarda bu imrenmenin ilerleyen yıllarda daha da alevlenecek bir özlemin ilk harı olduğunu bilmiyordum. Akşamlarla idare ediyordum. Ailecek her akşam birlikte yemek yerdik, babam gününü anlatır, annem günlük gelişmeleri aktarırdı, kardeşim bizi dinler, bense okul maceralarımı kendi zihnimin konforuna göre yeniden şekillendirerek ev ahalisine sunardım. Şimdi burada okurda bir tereddüt baş gösterebilir, hemen bu kuşkuyu giderelim: Bu yazı zihnimin öznel parçalarını değil, gönlümün objektif kelimelerinden oluşmaktadır. Yazının başına dilerseniz yazabiliriz: Bu yazıda sadece hakikatler yer almaktadır.
Can alıcı soruyu sormanın zamanı geldi. Hazır mısınız? Ben hiç değilim ama bir yerden başlamalıyız. Ailemden tam olarak ne zaman kopmaya başladım? Bunu ilk olarak ne zaman fark ettim acaba? İlk olarak yemek saatlerinde aile masasını terk ettim. O gün neler yaşadığımı anlatmak artık boş bir uğraş olarak geliyordu. Eskisi gibi olmaz ki zaten, büyüyorsun diyebilirsiniz. Ama bunun büyümekle, genç bir birey olmak, reşit olmakla hiç ama hiç alakası yok. Bu hepimizin ortak yarası, yanılsaması, yanlışlığını…
Lise bitti, kendimi bir kampüste bir ağacın altında buldum. Şimdi tam net hatırlamıyorum ama galiba zamanın ne kadar çabuk geçtiğini, özgür bir birey olmanın dayanılmaz hafifliğini ve bir o kadar da zorluğuna dair klasik düşüncelerimi zihnimde misafir ediyorumdur. Kendi dünyamı inşa ettim; kendi doğrularım, kendi gündemlerim ve kendi önceliklerim vardı artık. Ne hoş değil mi? Hayır, hiç hoş değil. Yokuşlarda yorulunca, içinde bulunulan gündemde nefessiz kalınca bir dinlenme durağı arıyor insan. Tüm saldırılardan benliğini muhafaza etmek, ruhuna huzursuzluk getirecek paylaşımlardan kaçmak için girilecek bir sığınaktır aradığımız. Tüm hatalarımızı, yanlışlarımızı kabul edecek engin bir hoşgörü yuvasıdır peşinde olduğumuz. Bizi yansız, yüksüz, yargısız dinleyecek ve her şeyden önemlisi anlayacak kişilerle buluşabilmenin hayalidir derdimiz. Az önce okuduğunuz cümlelerin özneleri ortak, oklar tek bir yeri gösteriyor, soruların cevabı tek bir şıkta toplanmış, soru işareti tek adrese gülümsüyor: Evimize yani ailemize.
Buraya, bu paragrafa kadar tam olarak 655 kelime okudunuz. Bir 655 daha okumayalım, bize özet bir şeyler söyler misiniz, sayın yazar? Haklı sorunuza hemen yanıt sunayım. Aile neyimiz olur? Aileye dönmek ne demektir? Aileden kopmanın bedeli nedir? Yine mi sorular demeyiniz; bunlar bizi mutlu edecek beyin fırtınalarına yol açacak anahtar kavramlarımız. Bundan tam 3 yıl önce, yurtdışına gidebildiğimiz zamanlar tabii ki, bir yaz stajı için yolumu Amerika Birleşik Devletleri’ne düşürdüm. Tam tamına 152 gün evden, ailemden, odamdan madden ve manen uzak kaldım. Kendimi, ilişkilerimi, sorumluluklarımı sorgulamak için muazzam bir tecrübeydi. Gittiğim yerlerden zoraki girdiğim aile gruplarına fotoğraflar attım, annemi görüntülü aradım, babama selamlar söyledim. Bir şeyleri özlediğimi fark ettim. Hayatımda bir şeyler eksikti. Yok hayır bu salt basit bir memleket özlemi değildi. Ait olduğum topraktan alınmış, biri tekir biri bekir giyilmiş bir çift çorap gibiydim, üniversite sınavında sorulmuş zor bir anlatım bozukluğu sorusuna benziyordum adeta, o kalabalık sokaklarda. Bir gün gözlerim doldu, burnum sızladı, nefes alıp verişim düzensizleşti. Bir alışveriş merkezinde kaybolmuş çocuk gibiydim. Herkes elinde alışveriş poşetlerini taşıyordu, bense ellerimle göz yaşlarımı siliyordum. Yolum, menzilim meçhuldü. Birkaç gün avare dolaştım, stajı ektim. Ruh halimin sebebini bulmaya ayırdım vaktimi. Uzun uzun yürüdüm. Sonra bir Whatsapp mesajı, ben günü bitirirken, güne başlayan ailemden gelen bir sabah kahvaltısı masasında verilmiş gülümseyen yüzlerden oluşan mesrur bir poz. Puzzle’ın eksik parçası bulundu: O karede ben eksiktim, yerim boş kalmıştı.
Varşovalı yönetmen Krzysztof Kieslowski 1995 yılında kişisel yaşamını konu alan I’m So-So belgeselinde der ki: “Dışarıda asla mutlu değilim. Daima eve dönme istiyorum.” Okuduğunuz bir eve dönüş hikayesidir. Vaktiniz varken, kapıyı çaldığınızda açacak birileri varken, masada sizin için ayrılmış bir sandalye mevcutken; odanızı, sosyal medyayı, kendi iç dünyanızı terk edin. Yüzünüz, benliğiniz, ruhunuz ve her bir zerrenizle eve dönün. Benden tavsiyesi.