#

Şehrin Süsü: Lale

Ömer Faruk Deliktaş[1]

Rengarenk halleri ile gönülden bağ kurduğumuz çiçektir lale. Gönülden kurulan bu bağ bugünlerde tarih bağından ibaret kalmış olsa da laleler Osmanlıların vazgeçemedikleri arasındadır. Şehirlerimizin süslerinden olan bu güzel çiçekleri Osmanlı’da ilk yetiştirmeyi adet haline veyahut moda haline dönüştürmüş olan kişi ise “muhteşem asrın” şeyhülislamı olan Ebussuud Efendi’dir. Ebussuud Efendi İstanbul’da ilk lale yetiştiren kişi olmakla birlikte ilk defa bahçesinde lalenin çeşitli türlerini elde etmeyi başaran kişidir. Üretmiş olduğu 3 çeşit lale türüne verdiği isimler ise; Ebussuud, Ebussuud müşabihi, Ebussuud beyazı.

Osmanlıların lale ile olan irtibatlarının bu kadar güçlü olmasının hikmetini arayanlar için şu dipnotu düşmekte fayda var. İnşa edilen eserlerin bir tabelası mahiyetinde konulan kitabelerde, inşa tarihini belirtmek için ebcedi kullanmışlardır. Arapça’da yer alan her harfin bir değeri vardır. Ve genellikle son beyitte harflerin değeri toplandığında hicri olarak eserin yapım tarihini bize verir. Dolayısıyla kelimelerin ebced değerleri çok mühimdir. Lale ve Allah kelimelerinin ise ebced hesabı ile 66’ya tekabül etmesi adeta bu çiçeğin gülün tacını başından almasını sağlamıştır diyebiliriz. Malumunuz gül Peygamber Efendimiz (s.a.v)’i temsil ediyor. Yine 66 rakamına denk düşen bir diğer kelime “hilal” kelimesidir.

Mazhar-ı ism-i Celâl olmasa âyâ lâle

Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lâle

Tüm İstanbul’da lale yetiştirmek artık bir itibar meselesi haline gelmiş ve yarışmalar dahi tertip edilmeye ve ticareti yapılmaya başlanmıştır. Lalenin nasıl yetiştirileceğini anlatan risaleler kaleme alınmıştır.

Sonbaharda toprağa bin bir ihtimamla dikilen ve aylar boyu açması için beklenen lale soğanları, ilkbaharda tek bir çiçek açar ve o da gelip geçicidir. Ayrıca lalenin kokusu da yoktur. Ancak renklerinin güzelliği insanların gönüllerinde taht kurmasına yetmiştir.

Heman lale deyüp geçme anda sırr-ı Sübhan var

Anın her ham-ı berginde sad Esrar-ı Yezdan var.

Osmanlı tarihinin şatafatlı yıllarında öne çıkan lale, tarihçi Ahmet Refik tarafından dönemin ismi olarak kullanılmış ve kabul görmüştür.

Lale Devri derken kastedilen yıllar 1718-1730 arasıdır. Bu devrin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’dır. Lale Devrinin unutulmaz padişahı Sultan 3.Ahmed Osmanlı’daki adıyla şükufecilik denilen çiçekçiliğin müptelası olan bir padişahtır. Çiçeklere bu kadar düşkün olan padişahımızın aynı adı taşıyan (çiçek hastalığı) hastalığa yakalanması kaderin garip bir cilvesi. Avrupa’da şifası bulunamamış olan bu hastalığın dermanı İstanbul tabiplerince bulunmuş ve padişah efendimize uygulanarak şifaya kavuşturulmuştur.

17.yüzyılda ser-şükufeci yani çiçekçibaşılık makamı oluşturulmuş ve buralarda görev alan kişiler çiçeklerin fiyatlarının belirlenmesinde rol oynamışlardır. Sultan 3.Ahmed’in ser-şükufeci olarak atadığı Mehmed Efendi’ye bir de “lâlezârî” ünvanı verilmiştir. Mehmed Efendi’nin hazırladığı defterlerde 239 adet lale ismi yer almaktadır.

Lâlezârî Mehmed Efendi İstanbul’da vefat ettiğinde babası tarafından tamir ettirilen, kendisinin de minberini yaptırdığı Lâlezâr Mescidi’ne defnedildi. Silivrikapı yakınlarındaki ismi güzel bu mescidi ve etrafındaki birkaç nadide çeşmeyi görmenin tam vaktidir.

Şükûfenâme ismiyle anılan kitaplar vasıtası ile elde edilen türlere verilen isimlerin dahi bilgilerine sahibiz. Mesela 1726 senesinde İstanbul’da 483 lale türünün olduğunu söylüyor Tabîb Mehmed Aşkî. Ayriyeten bizzat kendisinin 388 lale türü yetiştirdiğini isimleri ve özellikleri ile anlatıyor. Yaklaşık 2 bin civarı lale türünün yetiştirildiği İstanbul’da bugüne bir tanesi dahi ulaşmamıştır.

Gözlerimizi nurlandıran, şehirlerimizin süsü çiçekler ile alakalı Şükûfe Nâme-i Ali Çelebi’deki satırlara âminlerle mukabele göstererek yazımızı sonlandıralım.

  • “Bu hakirin dostlarından Merd-i Hüda denilmekle meşhur bir salih kimseden işittim. Dedi ki: “Bir Cuma günü Koca Mustafa Paşa şeyhi Hasan Efendi’nin kürsüsü dibinde idim. Va’zı tamam eylediklerinde bir tezkire okudular. Bir kimesne bırakmış. Demiş ki: “Benim sultanım efendim! Bu dünyada bir kimse var mıdır ki anda cennetlik alameti ola?” Şeyh hazretleri buyurdu ki: “Bu meclisde bahçıvan var ise, ayağa kalksın.” Hemen bir kimse yerinden kalktı. Ondan sonra şeyh hazretleri yine dedi ki: “Ey bu kâğıdı bırakan kimse! Dünyada ehl-i cennet alametlü bir kimse göreyim dersen şu adama nazar eyle” ve bu hadis-i şerifi okudular: “kişi dünyada her neyi severse, ahirette anın ile haşrolsa gerektir.” Pes zahir budur ki, ahirette şükufe cennette olur. Bir kişi anın ile haşr olmağa elbette cennet-i âlâ girmek lazım gelür. Ana giren bir dahi çıkmaz. Ve meseldir: “Duvar eğildiği yere yıkılır” derler. Şimdi Hak Sübhanehu ve Teala hazretlerinden rica ve temennamız budur ki, bize bunları dünyada lütfu ile sevdirdiği gibi ahirette dahi lütfundan ve kereminden cennet-i alasından bile haşreyleye. Ve bundaki gibi birbirimiz ile sohbetler ve iyş ü işretler müyesser ve mukadder eyleye.”( Şükufe nâme-i Ali Çelebi, s.64)

[1] Tarihçi.