Meşgul Görün ki Çok Çalışıyor Sansınlar Kanka
Herkes öylesine sessiz bir şekilde işiyle meşguldu ki yaprak kıpırdasa hissediliyordu. Kimsenin telefonu çalmıyor, az önce yolda gördüğü güzel kırmızı araba aklına gelmiyordu. Ya da “Geçen gittiği sahilde çekindiği fotoğrafları acaba kaç kişi beğenmişti?” diye akıllarına hiçbir düşünce damlacığı bile düşmüyordu. Size de ilginç gelmedi mi bu hikâye? Hatta birçoğumuz içimizden “Amma salladın ha birader!” demiştir. Evet, haklısınız salladım çünkü böyle bir dünyayı hayallerimizde dahi oturtup kendisine şekersiz bir çay içiremiyoruz artık. Hatta kimsenin sosyal medyanın ya da onun havarilerinden şikâyetçi olmadığını söylemek de çok zor. Bir şekilde herkes bir yerlerinden şikayetçi sosyal ve asosyal (!) medyanın.
Bu çağdaki en büyük iddialardan biri teknolojinin bize çok güzel şeyler getireceği, işlerimizi -yaptığımız ya da ürettiğimiz diyelim- programların, robotların yapacağıydı. Birileri bizim yerimize bir şeyler yapıyor ama bunun bize faydalı işler için zaman açtığı söylenemez. Hatta işler o kadar tersine dönmeye de başladı ki galaksinin güneş etrafında dönmesi gibi etrafımızda dönen uygulamalar yüzünden asıl yapmamız gereken birçok işi yapamıyor, erteliyor, sıkılıyor ve bunalıyoruz. Yusuf Kaplan’ın sık sık kullandığı çok güzel bir kelime var tam da bu şeyler için: Ayartıcı. Evet bizler asıl yapmamız gereken şeyleri tam yapacak iken en zayıf noktamızdan vurularak ayartılıyoruz ve bazen vasata bazen de hiçliğe razı oluyoruz. Aslında hepimiz ne yapacağımızı az çok biliyoruz. Peki, neden tam yapamıyoruz?
Yukarıdaki dertten muzdarip insanları görüp baya bir süre düşündüm. Kendimde de bunun etkilerini görüyordum. Bu derde bir çare ararken Metropolis Yayınları’nın yeni yayımladığı bir kitapla karşılaştım: Pürdikkat (Odaklanma becerisini yitirdik, nasıl geri kazanabiliriz?) Genelde bu tür kitaplar kişisel gelişim ve “gaza getirme kitabı” gibi görülür ya, ben de öyle gördüm ilk başta. Fakat “Herkese bir kere de olsa kendini ifade etmesi için fırsat verilmeli.” ilkesince bu kitaba da bir fırsat verdim. İyi ki de vermişim. Hele bir de kitabın çevirmeninin (Onur Öztürk) yerli yerinde Osmanlıca kelimeleri kullanması yok mu, bu da ayrı bir güzellik olarak karşımıza çıkıyor. Açıkçası yüzümde hoş bir de tebessüm oluşmuyor değil.
Kitaba dönersek… Kitabın yazarı Cal Newport MIT’de (Massachusetts Institue of Technology) doktorasını yapmış, şu anda da Georgetown Üniversitesi’nin (Washington, ABD) bilgisayar bilimlerinde doçent olarak görev yapmakta. Kitapta yazılanların hemen hepsini kendini bu deneyin faresi gibi addederek bizzat üzerinde uygulamış, başarıya ulaşmış ve sonra da yazmış. Bu kısım önemli. Hani Nasreddin Hoca’nın “Bana eşekten düşeni getirin.” misali… Aksi hâlde fiiliyatta bir şeye kalkışmamış birinin sürekli akıl vermesi gibi olur.
Kitapta öyle kuru kuru stratejiler yok. Önce teşhis ediyor, sonra kurallardan bahsediyor, sonra da metodları ortaya koyuyor. Uygulanışını, özellikle kendisinin uygularken nelerle karşılaştığını falan da anlatıyor yazar.
Çalışıyormuş Gibi Yapma Çalış!
Yazara göre iki türlü çalışma vardır: Birincisi, pürdikkat çalışma; ikincisi ise yüzeysel çalışma. Pürdikkat çalışma; tamamen odaklanmış hâlde, büyük bir dikkatle gerçekleştirilen ve bilişsel yeteneklerimizin sınırlarını sonuna kadar zorlayan profesyonel faaliyetlerdir. Yüzeysel çalışma ise tamamen odaklanmayı ve bilişsel çaba harcamayı gerektirmeyen, operasyon ve organizasyona dayalı işler.
Genelde herkesin peşinde olduğu şey pürdikkat çalışma alışkanlığı olamasına karşın bizler kendimizi yüzeysel çalışmanın ortasında buluyoruz. Bunun birçok sebebi var. Bunlardan biri -ki bilimsel olarak da ispatlandı- internettir. İnternet, odaklanma ve derinlemesine düşünme bercerimizi ufak ufak tırtıklıyor. Sonunda odaklanamayan zihinlerle kalıyoruz. Bu sorunun farkına varan Jason Benn isimli mali müşavirin başından geçenler çok ders içeriyor:
Benn mali müşairlikten sıkılır. Yazılımcı olmaya karar verir. Sonra yüzeysel değil de pürdikkat çalışma şeklinde çalışması gerektiğini anlar ve kendine katı kurallar koyar. Sırf odaklanabilmek için yanına sadece yazılım kitapları, fosforlu kalem ve not kağıtlarını alıp kendisini bir odaya kilitler. Dikkat dağıtıcı tüm elektronik eşyaları dışarıda bırakır. (Üniversite sınavına, sevgili telefonuyla birlikte çalışmaya çalışan gençlerin kulakları çınlasın!) İlk başlarda zorlansa da sonrasında bunun faydasını görmeye başlar ve bu süreyi 5 saate kadar çıkarır. Ve sonuç: Öğrenim süresinin sonuna geldiğinde tam 18 yazılım kitabı bitirmiştir! Sonrasını tahmin edebiliyorsunuz sanırım. Ünlü bir yazılım kampına serçilir. Önceden sağlam çalıştığı için aralarından sıyrılır ve üst sıralarda o kampı bitirir. Mali müşavirlik işinden ayrıldığında yılda 40 bin $ kazanırken sadece 6 ay sonra sevdiği iş olan yazılımcılıktan 100 bin $ kazanıyordur.
Bu ve bunun gibi yaşanmış birçok örnekten bahsediyor Newport kitapta. İnsanın bir şeyleri başarmasının aslında maksatlı çalışmadan geçtiğini söylüyor. Mesela bir çoğumuz A işini bitirip B işine geçeriz ve dikkatimizi verdiğimizi sanarız. Bu geçişte B işini yaparken A’dan kalan “dikkat tortusu”nun olduğunu ve bunun aslında odaklanmaya engel olduğunu belirtiyor yazar. Aslında bir şeyin önemsiz olduğunu anlamanın yolu neyin önemli olduğunu anlamaktan geçiyor. Bunun için de bizlerin kendimize o an yapılan işin ne kadar önemli olduğunu sorup cevaba göre yol almamız gerektiği sonucu çıkıyor.
Çare Nedir Peki Doktor Bey?
Ünlü iletişim kuramcısı Neil Postman, 90’lı yıllardan sonra gelen yeni teknolojinin ne getirdiğinden ziyade hepsinin iyi olduğunu düşündüğümüzü ve bu kültüre de TEKNOPOL kültürü dediğimizden bahseder. TEKNOPOL bir başka deyişle internet merkezciliktir. Yani nitelikli ve zanaatkarlık gerektiren bir iş isteniyorsa bu pürdikkat çalışmaya giriyor ve teknopolün zıddı gibi addediliyor. Çare var mı? Evet, tek çare var ki o da bu kadar kuşatılmış bir hâlde iken teknopolün dışına kendimizi atma cesareti göstermek.
Atanlar var mı peki? Evet var hem de çoook ünlüler kendileri. Örneğin Wooddy Allen 1969-2013 yılları arasında tam 44 yıl boyunca 44 filmi Oscar’a aday gösterilmiş. Asıl ilginç olan Allen’ın bunları sonraki yıllarda bilgisayarla yazmayıp Olimpia SM3 daktilo ile yazması. Yakın zamanda duymuşsunuzdur higgs bozonu bulundu. Hadi daha anlaşılır diyelim “tanrı parçacığı”. o buluşun mucidi olan Peter Higgs bilgisayar kullanmayan bir bilim adamı. Bu özelliği sebebiyle Nobel kazandığında haftalarca gazeteciler kendisine ulaşamamış. Kitapta daha birçok örnek var. Hepsini yazmaya gerek yok. Ama bu kişilerin ortak özellikleri şu ki internet ya da bir başka “ayartıcı” kullanmadıkları hâlde ne dünyadan geri kaldılar ne de üretkenlikleri aksadı. Aksine daha da anlamlı şeyler ürettiler. Bu üretimin ana sebebi tabii ki pürdikkat çalışma becerisinde ustalaşmalarıdır.
Kitabın eğlenceli bir başka yönü ise ritüeller kısmı. Yazar kendinize yol üzerinde işaret fişekleri gibi ritüeller üretmenizi tavsiye ediyor. Bu ritüeller ile pürdikkat çalışmanın başladığını ya da çalışmadan sıkılsak da terk etmememiz gerektiğini veya çalışmanın artık bittiğini hayatımıza oturmamız gerektiğini belirtiyor. Mesela ben ders çalışma etkinliğim bittiğinde “piston aşşaa” diyorum. Sonra da gülüyorum, ki bu sözün nerden geldiğini bilirsiniz. J
Evet kitaptaki önemli tavsiyeleri öncelikle denemek istedim. Bizzat denedikten sonra da bunu üzerine yazmak elzem oldu. Eğer siz de hayatınızın belli bir düzen üzerine oturtulup verimliliğinizin artmasını istiyorsanız bu söylenenlere kulak vermelisiniz. Tabii ki herkes için olağanüstü yöntemler olmayacaktır. Ama çoğunluk için bu kadar dikkat dağıtıcıya maruz kaldığımız bir ortamda can simiti olacaktır Cal Newport’un kitabı. İyi okumalar…