#

“Harabat Ehlini Hor Görme Şakir, Defineye Malik Viraneler Var”

Yıl 1999…

Türk hoca ve beraberindekiler hacca giderler. Dördüncü günde Cennetü’l Bâki tarafındaki kapıda bir arbede görürler. Hacıların hepsi yerde yatan kirli sakallı, zayıf bir gencin etrafında toplanmış ve genç, mermere yatırılmış kalp masajı yapılıyor. Belli ki durum çok ciddi. Türklerin özelliğinden olsa gerek meraklanıp yaklaşırlar. Genç orda ruhunu (emaneti) teslim etmiştir. Yanı başında ağlayıp kendini hırpalayan Bosnalı bir adam görürler. Belli ki yakını diye düşünürler ve bizim hoca dayanamaz sorar: ‘’Kim bu, neden ağlıyorsun?’’ Bosnalı adam kendini toparlayarak cevap verir:

Bu delikanlı bizim köyün ayyaşıdır. Gece gündüz içer ve köylüyü rahatsız ederdi. Onu gördüğümüzde yolumuzu değiştirirdik, illallah etmiştik ondan. Adı Mestan’dır, yetim ve kimsesiz büyümüştür, ben onun köyünün muhtarıyım. Bir gün bana gelip dedi ki: “Muhtar, ben rüyamda Peygamber Efendimiz’i gördüm, beni iki omzumdan elleri ile öyle bir tuttu ve salladı ki kalbim yerinden çıkacak sandım.” Ardından “Mestan yeter artık ne bu rezilliğin? Kendine gel.” dedi.

 “Ne olur beni Medine’ye götürür müsün muhtar?” diyordu Mestan beni her gördüğünde. Sabahtan akşama kadar ayık gezmeyen Mestan’ın benden içki parası koparmak için böyle dediğini düşündüm başlarda ve cebine üç beş sıkıştırdım. Meğerse bizim Mestan, köylüleri de gezip aynı şeyi söylemiş, onlar da inanmamış olacak ki para verip göndermişler.

Sonra Mestan tekrar yanıma geldi, “Muhtar, sen bizim emirimizsin. Sana beni Medine’ye götür diyorum. Vallahi harmanlarınızı yakarım beni Medine’ye götürmezsen.” dedi. Baktım olacak gibi değil, el mecbur çaresizce üç dört ineğimi satıp Mestan ve beraberindekilerle Medine’ye geldik.

Bunları anlatırken gözyaşları dinmeyen muhtar, merakla dinleyen hacılara olayın devamını anlatmış ağlaya ağlaya:

Medine’ye gelir gelmez Hz. Peygamber’in kabrini soruyor Mestan, tarif edilince koşa koşa gidiyor. Mescid-i Nebevi’yi çevreleyen duvarlardan içeriye girince “Ya Resulallah, ben geldim.” diye bağırıp ağlaya ağlaya kabre koşuyor. Orada bağırtmaz polisler ama kimse ses çıkarmıyor onun bu perişan hâlini görünce.

Yeşil Kubbe’nin altında namaz kılmak için sıralar olur, Mestan orayı sürat teknesi gibi aşıyor ve Hz. Peygamber’in kabrine suratını dayıyor, “Sen davet ettin de ben geldim, sen beni bu kadar mı çok sevdin, ben bütün günahlarımdan tövbe ettim ya Resulallah.’’ diyerek hıçkıra hıçkıra gözyaşlarına boğuluyor.

Muhtarın ısrarla otele gelmesini istediği Mestan muhtarı geri çevirir. Mescid-i Nebevi gece belirli bir saatte kapanır. Polisler Mestan’ı çıkarmak ister, Mestan zor bela, yalvar yakar onları ikna eder.

Mestan ve Allan Resulü beraber sabahlarlar, kabrin dibinden bir an olsun ayrılmaz Mestan, ne büyük şeref…

Mestan iki günü hiçbir şey yiyip içmeden böylece geçirir. Artık rengi iyice solmuştur Mestan’ın, emniyet amiri gelip çıkarmak ister, Mestan çıkmaz istemez. Emniyet amiri “Gel bir şey ye, yine girersin.” der ama Mestan yine dinlemez.

En son emri uygulamak zorunda kalan polisler zorla Mestan’ı çıkarmaya çalışırlar. Mestan bütün gücüyle haykırır:

“Senin misafirine ne yapıyorlar Ya Resulallah?’’ Orada bulunan tüm hacılar Mestan’ın bu çaresizliğine ağlarlar.

 Mestan polislerin elleri arasında Resulullah’a haykırırken canını teslim eder.

İşte, Türk ağabeylerin gördükleri, mermerin üstünde hayata döndürülmeye çalışan genç Resulallah aşığı tövbekâr bir genç olan Mestan’dır.

Anlayana çok dersler verir gözü yaşlı Mestan son nefesini verirken… “Harabat ehlini hor görme şakir/Defineye malik viraneler var.” der ya hani Erzurumlu İbrahim Hakkı, işte öyle bir hayattır onunki. Boşuna demezler ey dost, boşuna demezler “Allah’tan alıkoyan ne varsa adına dünya demişler.” diye.

Çünkü burası dünyadır. En çok değerlendirdiğimiz, en çok aldandığımız yerdir. Çünkü burası dünyadır. Adına gölgelik dediği yerdir en sevgilinin. Çünkü burası dünyadır. Nereye varsan, varamadığın yerdir. Çünkü burası dünyadır. Üstümüze değil içimize sinendir. Bazen durur ve ufka bakarak şöyle dersin: “Yorulduk üstelik buna değmedi de.” Çünkü hep böyledir hikâyenin sonu. Çünkü yaşadığımız yerin adı dünyadır.

ALİ ALTUNKAYA