#

PROF. DR. FATİH SAVAŞAN, AYNI SIRAYI PAYLAŞANLAR’DA

Aynı Sırayı Paylaşanlar’da bu sayımızda Sakarya Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Fatih Savaşan Hocamızı ağırlıyoruz. Tokat İmam
Hatip günlerinden, Amerika Birleşik Devletleri’ne uzanan eğitim
hayatına, akademisyenliğe dair görüşlerine kadar farklı alanlarda
pek çok soruyu Hocamıza yönelttik.

Öncelikle nasılsınız? Pandemi günleriniz nasıl geçiyor?


Teşekkür ederim, iyiyim. Pandemi dönemi herkesin hayatında farklılıklar oluşturduğu gibi
bizim de hayatımızı etkiledi. Dört çocuğum var, dördü de şu anda evdeler. En azından üçü
evde olmak istemiyor. Dolayısıyla bu dönemlerdeki yaklaşık rutinimizden uzaktayız ev hali
olarak. Üniversite olarak da pandemi sürecine uygun birtakım adımlar atılması gerekiyor,
kararlar alınması gerekiyor. Başta, eğitimin yöntemi ne olacak, hedeflenen kazanımlar
öğrencilere nasıl aktarılacak? Bu konularda planlama yapıyoruz. Rektörlük görevimin salgın
sürecine denk gelmesi hasebiyle farklı bir tecrübeyi de yaşıyorum.

İmam-hatip sıralarındaki Fatih nasıldı? İmam Hatipli olmanın hayat yolculuğunuza
olan yansıması nasıl oldu?


Öncelikle şunu söyleyeyim: İmam Hatipli olmaktan gurur duyuyorum. İmam hatip okuluna
gitmek isteyip istemediğimi hatırlamıyorum. Bizde rutin bir şekilde ilkokulu bitiren imam
hatiplere kaydolurdu. Görüşümüzün sorulup evet dediğimizi de hatırlamıyorum. Ağabeyim
de, amcamın çocukları da, aşağı yukarı tanıdığımız herkes İmam Hatiplere kayıtlıydı. Bu
yüzden o döneme gittiğimizde bizim kuşak için İmam Hatipli olmak otomatik olarak
kazanılan bir şeydi. Elbette bizim dönemin öğrenci profili genelde yatılı okuyanlar
öğrencilerden oluşuyordu. Veliler de çocuğum hem okul hayatına devam etsin hem de belli
dini temellere karşı bilinçli olsun diye arzu ederlerdi. Hatırladığım kadarıyla memur çocuğu
yok denecek kadar azdı aramızda ve ayrıca orta gelir üstü gelire sahip ailelerin çocukları da
aramızda hiç yoktu. İmam Hatipli olmayı her ne kadar bilinçli olarak seçip seçmediğimi
hatırlamasam da özellikle orta üçten itibaren bu okulda olmayı önemsediğimi hatırlıyorum.
İmam Hatipli olmak büyümeyi baştan kabul etmek gibiydi, en azından hocalar öyle isterdi.
İmam Hatipli; yürüyüşünden, oturup kalkmasından, her şeyinden anlaşılır idi bizim
dönemimizde. Bu öğütlere benim gibi kulak asanlar olduğu gibi hiç takmayanlar da vardı.
Bunu biraz da şöyle açıklıyorum, o dönemde İmam Hatip dışındaki sivil toplum kuruluşlarına

girip çıkanlar, oraların desteğiyle birlikte İmam Hatipli olmayı, belki de hocaların
beklediğinden daha fazla önemsiyorlardı.
Bizim dönemimiz için söylersem hemen hemen herkes; pozisyonunu, içinde bulunduğu
kurumu çok fazla önemseyenlerden oluşurdu. Aykırı belki en fazla 7-8 kişi vardı. Onları biraz
garipserdik o zamanlarda. Ama onların tamamını da biliyorum tanıyorum, çok iyi insanlar
oldular. O ruh her ne kadar bazı arkadaşlar tarafından o sıralarda çok fazla gösterilemese bile
daha sonra sahiplenilen bir ruh oldu.
İmam Hatiplilik o meşhur ifadeyle bizim için çift kanatlılık demekti. İdeal sahibi olmak, belli
hedeflere doğru hem bireysel hem de içinde bulunduğumuz toplumu taşıma anlamında güzel
ideallere yelken açma anlamına geliyordu.

Tokat doğumlusunuz ve üniversiteye kadar öğreniminize Tokat’ta devam ediyorsunuz.
90’lı yılların başında lisans eğitimi için İstanbul’a geliyorsunuz. Nasıl geçti lisans
yıllarınız?


Bizim dönemimizde, hemen hemen siyasal bilimlere ve hukuk bölümlerine yönelirdi
öğrenciler. Dört tane hukuk ve siyasal bilimler, beş tane de ilahiyat tercihinde bulunmuştum.
1989’da İstanbul’da kalınabilecek en iyi yerlerden birisi İlim Yayma Vakfı’nın Vefa’daki
yurduydu. Biz de oraya başvurduk, kabul edildik ve İstanbul maceramıza başladık.
İstanbul ve buradaki ortam, lise yıllarındaki sivil toplum kuruluşlarının da verdiği öğütlerle ve
bilgilendirmelerle bir bakıma ikinci üniversite oldu benim için. İstanbul Üniversitesi’nin
Beyazıt Kampüsü farklı imkanları da sunuyor üniversite öğrencilerine. İstanbul’daki hayatım
aşağı yukarı okula az önem verme ve daha çok toplantılarla, seminerlerle, geçti diyebilirim.
Dört yıl boyunca ,belki de doğru bir şey değildi bu, okulu ikinci sıraya aldık her zaman. Ben
her gün okula giderdim ama derse girmezdim. Derse girdiğimde sanki dışarıda bir olay,
aktivite var ve ben bu aktiviteyi kaçırıyorum diye hissederdim. Görevlerimiz de vardı sivil
toplum kuruluşları bünyesinde. Dolayısıyla dışarıda olmayı daha çok önemserdik. Ben şu
anda gençlere bunu tavsiye ediyor değilim ama her dönemin ve her çevrenin bir kültürü
oluyor ve bizim yaşadığımız dönemin kültürü bu şekildeydik. Herhangi bir toplantının veya
etkinliğin olmadığı gün bizim için farklı olur, kendimizi eksik hissederdik. Lisans yıllarımı az
ders, çok etkinlik şeklinde geçirdim.


Lisansüstü eğitim için Amerika’ya gidiyor, ekonomi alanında yüksek lisans ve
doktoranızı tamamlıyorsunuz. Nasıl karar verdiniz Amerika’ya gitmeye?


İnsanların hedefleri oluyor, bazı donanımlar kazanılıyor ve önünüze bazı fırsatlar
çıkıyor. Bazen bu fırsatlar hedeflerle belli oranda örtüşüyor; bazen de farklı oluyor. Ama
donanım sahibi iseniz bu fırsatları görüp onlardan faydalanabiliyorsunuz. İşin doğrusu siyasal
bilgilere giderken hedefim kaymakam olmaktı. Ama kaymakam olma düşüncesinin aslında
çok da iyi bir düşlünce olmadığını fark ettim. Akademisyenliği istiyor hale geldim. Üniversite
üçten itibaren bunun ciddi anlamda depreştiğini, yerleştiğini hatırlıyorum. Ama tabi ki bu, o
dönemlerde pek mümkün olmayan bir şeydi. Çünkü akademisyenliğe genel alım şartları,
koşulları, süreçleri ve keyfilik buna çok da izin verir durumda değildi. Ama 1992 yılında yeni
üniversiteler açılması ve ardından da Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK tarafından çok sayıda
öğrencinin merkezi sınavla yurt dışına gönderilmesi durumu ortaya çıkınca bizim için de bir
fırsat doğmuş oldu. Ben son sınıftayken sınav olduğunda tanıdığım bazı kişiler sınavı
kazanmıştı, “Keşke biz mezun olunca da olsa.” diye düşünürdüm, nasip oldu. O süreç
içerisinde Ankara’ya gelmiştim. Orada hummalı bir çalışma neticesinde sanırım açığı kapattım, 1994 yılı şubat ayında sınav yapıldığında bizim alanda gönderilecek sekiz kişinin
içerisine girmiş olduk. Yurt dışına gitme fikri muhtemelen lise birde okuduğum bir kitapta
aklıma yerleşti. Ama hala o kitabı bulamıyorum, hangi kitaptı hatırlayamıyorum. O arada
Sayıştay Başkanlığı’nın sınavı yapılmıştı, onu da kazandım. Ama yaptığımız istişareler
sonucunda Sayıştay’dan istifa ettim, yurt dışını ve akademisyenliği tercih ettim. Geriye dönüp
bakınca anlaşılıyor ki çok cesur bir kararmış. Bir tarafta rahat, rotası belli, daha yönetilebilir
bir alan var; Sayıştay denetçiliği. Ama öbür tarafta da dilin yok, altyapı ne kadar yeterli belli
değil; yurt dışına gidip kendi ayakların üzerinde durma düşüncesi. Şimdi bile geri dönüp
baktığımda diyorum ki: “Bu bir cahil cesareti imiş.” O günkü şartlar altında bilerek
yapılabilecek bir iş değil. Çünkü internet yok, Amerika dediğiniz yer bilinen bir yer de değil.
Tabi ki filmler falan var ama bugünkü gibi üniversiteler hakkında bilgi toplama, toplum
hakkında bilgi edinme imkanları da kısıtlı. Daha bilgisayara elimizi sürmemişiz. O yüzden
biraz cahil cesareti olmuş ama şükür, iyi oldu. İmam Hatipli olmak belki burada önem arz
ediyor. Yurtdışına gittiğimde de belli bazı farklılıklarımız olsa bile asgari müştereklerimiz
bulunan arkadaşlarla irtibatta olduk. Oraya gittiğimizde de o irtibatları sürdürdük. Bir taraftan
bireysel olarak doğru istikamet üzere kalma ama öbür taraftan da hem içinden yetiştiğin,
çıktığın medeniyeti iyi temsil etme ve aynı zamanda onun doğrularını insanlara önce iyi
örneklikle ulaştırma çabası içerisinde de olduk. Bu İmam Hatipli olmanın verdiği ve uzun
soluklu çevrenin sunduğu bir şuurdu. Elbette hatalarımız, yanlışlıklarımız oldu; o ayrı. Ama
hep istikamet üzere kalmayı, güzel şeyler yapmayı, iyi örneklik sergilemeyi de önemsedik. Bu
da bence İmam Hatiplilik ruhunun bize kazandırdığı haller diye düşünüyorum. Yüksek
lisansta da, doktorada da çok zorluklar çektik ama neticede yüzümüzün akıyla bitirmiş ve
dönmüş olduk.


Akademisyen olmak sizin için neler ifade ediyor? Hayatınıza neler kazandırdı?


Akademisyenlik aslında bir aşk işi. Bugün bir araştırma görevlimiz, öğretmen olarak
bir okula atanmış. “İstifa etsem, ayrılsam mı yoksa devam etsem mi?” diye düşünüyordu.
Onunla şunları paylaştım: “Bir tarafta belirlilik var, kesinlik var ama durağanlık da var.
Öğretmen olursunuz 3-5 tane gencin elbette hayatına dokunursunuz, hizmet her tarafta; eğer
dinamik durabilmeyi becerirseniz sürekli güzel şeyler yapma imkanı bulursunuz. Ama
akademisyenlik dediğimiz şey biraz daha istek bulunduğunda ve ömür boyu öğrenci olmayı
da kabullendiğinde yapılabilecek işlerden birisi.” Sayıştay’ı da , 2,5 ay da olsa, tecrübe etmiş
biri ve akademisyen olarak söylüyorum; yine aynı mesleği icra etmek isterdim.
Akademisyenlik şudur: “Ömür boyu okuyacaksın, yazacaksın, kendini geliştireceksin. Kendi
alanınla ilgili okumayı, sürekli gelişmeyi, yenilenmeyi önemseyeceksin. Ama özellikle de
gençlere alan açmayı da becerebilmektir.” Bu imkanları akademisyenlik size sunuyor. Bizim
bulabildiğimiz, tespit edebildiğimiz, akademiye kazandırdığımız gençler oluyor. Herhangi bir
gencin veya çocuğun kulağına doğru ve güzellik adına ulaştırabildiğin her şey o gün belki
karşılık bulmadığını düşünsen bile zamanı geldiğinde kişinin farkında olmadığı bir tarzda ve
senin de bilmediğin şekilde o gence yön veriyor. Bu bilinçle hareket etmek gerekiyor.
Geriye bakıldığında iki şey insanı memnun ediyor. Birincisi; akademiye kazandırdığın,
yetişmesine vesile olduğun kişiler. Onlar güzel iş yaptıkça sen mutlu oluyorsun. İkincisi; belli
alanlara katkı sunabildiysen mutlu oluyorsun. Dolayısıyla akademisyenlik yalnızca aşkla
yapılabilecek bir şey. Uzun soluklu çabayı baştan kabul ettiysen yapılabilecek bir şey. Yoksa
belli bir aşamadan sonra hiç yazmayıp, çizmeyip, okumayabilirsin de; yine de
akademisyenliğe devam edersin. Ama iyi bir akademisyen olmanın ön şartı o. O yüzden bu
günkü genç adama da onu söyledim. Hayatta belirsizlikler olacak, akademisyenlikte de var.
Ama bu belirsizlikler içerisinde insan, fıtraten kendisine verilmiş tüm özellikleri kullanarak yol almalı. Zor olana talip olmak lazım. Zor olan aynı zamanda insanı dinamik tutan da
demek. Akademisyenlik de öyle bir şey. Sıradanlığı kabul etmeyen akademisyen olsun.


İslam Ekonomisi sizin çalışma alanlarınızdan birisi. Son yıllarda bu konuda önemli
merkezler kuruldu ve yayınlar hazırlanıyor. Konuya yeni vakıf olacak biz gençler için
bir tanımlama yapmanızı istirham etsek: Nedir İslam Ekonomisi? 


İslam Ekonomisi ekonomi bilimi içerisinde yeri olan bir alan. Hatta İslam ekonomisi olarak
ifade etmek yerine keşke biz İslam’ın temel prensiplerinden hareketle kuracağımız bir iktisadi
düzen olsaydı, bunu Dünya’ya teorik olarak biz arz edebilseydik. İslam İktisadı dediğimiz
zaman temel prensiplerini İslam’ın ahkamından almış bir İktisadi düzenden bahsediyoruz.
Çok tartışıldı bu kavram. Biz 2012 yılındaydı sanırım ilk İslam Ekonomisi ve Finansı Yüksek
Lisansını açan üniversiteyiz. O dönemde de çok tartıştık “İslam Ekonomisi mi?” diyelim.
“İslam İktisadı mı?” diyelim. İslam ifadesinin bizatihi önüne gelmesi neticede insan yorumu
olacak bu pratiği insanlara refah getirebileceği gibi kötü uygulanması halinde ismi İslam olsa
bile olumsuzluklarda İslam’a mâl edilecekti. Bu tartışmaları çok yaptık. Netice de İslam
İktisadı diye bir isimlendirmenin uygun olacağını düşündük. Çok geniş bir alan. Fıtrata en
uygun olan ekonomik anlayış da diyebiliriz. O yüzden zor bir uğraş, zor bir alan. İnsan
fıtratına en uygun olanı, iktisadi pratiğe aktarmak suretiyle uzun dönem birey ve toplum
menfaatini, yararını sağlayabilecek bir iktisadi düzenden bahsediyoruz. Bu çok önemli yani
bizim bazı şeyleri iktisadi perspektiften anlayabilmemiz gerekiyor. Ben onun için kendimce
basitleştirmeler de yapıyorum. Şunu söylüyorum: Mevla bizden adeta size verdiğim
özellikleri dengeli bir şekilde kullanmanız halinde hem dünya da refah vaat ediyorum hem de
uzun dönem hatta üçüncü boyutta, üçüncü zamanda diyelim bir refah vaat ediyorum diyor.
Bunun yolu ne? Bunun yolu şu denge dediğimiz şey insanı bazı fedakârlıklarla karşı karşıya
bırakıyor. Yani cinsel arzular, zengin olma hırsı, tüketim arzusu bunların hepsi insanda var
olan bazı duyguların ifadesi aynı zamanda. Mevla bize şunu söylüyor “Bunları şu şekilde
tatmin edeceksin.” Bu bir bakıma bireyin uzun dönem menfaatini sağlasa bile toplum yararını
da ortaya çıkarıyor. Bu reçeteye göre hareket ettiğinde sen fedakârlık yapmış oluyorsun
toplum için bu dünya da bir cennetin oluşmasına, daha uygun bir ortamın oluşmasına da bu
şekilde hizmet ediyorsun. Dünya’da toplum için fedakârlık yaparsan ahirette seni ebedi bir
güzellik bekliyor. Aslında İslam İktisadının belki kalkış noktası da burası. İnsanlara hazcı bir
refahı veya bir fayda arayışını vaaz eden bir iktisattan ziyade, Dünyada toplam yararı arttıran
ahirette de bireysel mutluluğu sağlayan bir nizam olarak sunulmalı. Sadece hazcı, maddi
büyüme ve kalkınmayı hedefleyen bir İktisat değil İslam İktisadı.


Covid 19 salgınından birçok alan etkilendiği gibi eğitim de etkilendi ve okullarımızda
yüz yüze derslerimize devam edemiyoruz. Sakarya Üniversitesi’nde online eğitim
süreçlerini başarılı bir şekilde yürütüyorsunuz. Online eğitim süreçlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sakarya Üniversitesi 2000’lerin başından beri uzaktan eğitim alt yapısına yatırım yapan
üniversitelerden birisi. Şubattan itibaren bizde Covid19’un Türkiye’ye geleceğini ön görerek
bazı tedbirler aldık. Uzaktan eğitim ideal bir eğitim değil. Ancak bunu söylemekle beraber
uzaktan eğitimin sunduğu imkânları da fırsatları da kabul etmek lazım. Üniversitenin ve diğer
okulların tamamen okul ve sınıf ortamından ibaret olmadığını biliyoruz. Okul sosyalleşme
demektir. Şunu kabul etmemiz lazım salgın süreci bittikten sonra da çok büyük olasılıkla
şuanda yaptığımız gibi bu sanal ortamlarda yapılan toplantılar eğitimler görüşmeler devam
edecek. Bir bakıma dünyanın daha fazla farkında olduğu bizim ülkemizde de beliren ama
geriden takip ettiğimiz bir süreçti bu. Bu süreci salgın hızlandırmış oldu. Bundan sonra elbette biz yüz yüze eğitimi önemsesek bile uzaktan eğitimi muhtemelen bahar sürecinde de devam
ettirmek zorunda kalacağız. Bizim hedefimiz şu; öğrenciler yüz yüze eğitime geçtikten sonra
bile uzaktan eğitim imkânlarının farkında olsunlar, o teknolojiyi kullansınlar. Örneğin
Metroloji Malzeme Mühendisi üçüncü sınıftasın deney yapacaksın, o deneyin daha önce
çekilmiş videosu veya daha önce simülatörler aracılığıyla yapılmış görevlendirmeleri olacak.
O programları çalıştırmış olacak yani şu maddeyle şöyle bir uygulama yaparsan nasıl bir
sonuç elde edersin simülatörler bunu sana söyleyecek ve laboratuvar ortamına gittiğinde
aslında daha hazırlıklı gideceksin. Biz onun için yönetim olarak, perspektifimizi salgın
süreciyle sınırlı tutmamaya çalışıyoruz. Hem de hocaları bu şekilde motive etme gayreti
içerisindeyiz. Bu bize yeni bir ufuk açsın yeni fırsatları görelim. Hem ülke olarak bu
teknolojileri geliştiren aynı zamanda en iyi uygulayan yerlerden biri olalım. Farklı bir süreç
ama içinde fırsatları da barındıran bir süreç. Mesela bizim alt yapımızda hocalar ders yapıyor,
tahta kullanır gibi imkânlarımız var. Ders yapıldıktan sonra öğrenci o ders kaydını defalarca
dinleme imkânına sahip. Bu daha önce yüz yüze eğitimde olmayan bir şey. Ben yine eski
kafalı birisi olarak söyleyeyim üniversite, okul dediğimiz şey bilgi aktarımından ziyade
insanların sosyal kültürel becerilerinin de artması demek. O yüzden yüz yüze eğitimin belli
alanlarda ve belli meslek gruplarında önemi aşikâr. Bu uzaktan eğitim teknolojileri
hayatımızda daha fazla olacak. Çocuklarımız daha fazla bunu kullanacak o yüzden buna en
yüksek düzeyde hazırlığımızı yapmamız gerekiyor.


Gençlerle yakın çalışıyorsunuz. Nasıl gençlerle çalışmak?


Bizim bir hocamız vardı Allah selamet versin çok sevdiğim bir hocamız ilk dekanımdı benim
Türkiye’de hocalığa başladığımda derdi ki: “Siz şimdi gençsiniz.” O zaman 31 – 32
yaşımdaydım. “Siz yaşlanacaksınız fakat önünüze gelen öğrenciler hep aynı yaşta olacak.”
Gerçekten öyle biz o zaman başladığımızda 2001 Türkiye’deki ekonomik krizi örnek
veriyorduk. 2001 Enron skandalı var. Özellikle Uluslararası Finans anlamında bu skaldandan
bahsediyorduk. Gençler lisede az çok duymuşlar. Türkiye’deki krizden aileleri etkilenmiş bu
konularla gençlere hitap edebiliyorduk. Şimdi ama sene 2020, iki binli yıllarda doğanlar
geliyor ve biz onlara dönükte dil geliştirmek zorundayız. Bu çok kolay bir şey değil. Bizim
yaş grubunda şöyle bir sıkıntı oluyor. Konuşmalarımızda sürekli geçmişe dönük bir dil
kullanıyoruz. Böyle hani geçmişte her şey toz pembeymiş de şimdi bazı şeyler iyi değilmiş
gibi düşünüyoruz. Aslında öyle değil. Zamanın bir ruhu var. Biz özellikle eğitimciler
gençlerle ortak dili sürekli olarak geliştirme çabasında olmalıyız. Aksi şu demektir, gençleri
20 yıl 30 yıl öncesine çağırmak oluyor. Bu olmayacak bir şey. Gençlerle bağını koparacağın
bir şey. Bizim onlara ayak uydurmamız gerekiyor. Bu aslında sanıldığı kadar zor bir şey
olmayabiliyor. Çünkü teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin aile yapısı ne kadar değişirse
değişsin gençlerle ortak dili değiştirme çabası insani olarak o hasletleri içinde taşıyan
gençlerde karşılık buluyor. Bizim mesleğimizin belki de en önemli yanı bu. Biz
çocuklarımızdan biliyoruz mesela espri yaptığımızda bu mu yani espri dediğiniz oluyor. Biz
kendi akranlarımızla konuştuğumuzda güldüğümüz hiçbir şeyin anlattığımız her bir hatıranın
gençlerle oturduğumuzda karşılık bulmadığını görüyoruz. Tabi o gençlerde bizim yaşımıza
geldiklerin aynı dramı yaşayacaklar. Bizim mesleğin güzel yanı da bu en azından gençlerle bir
arada olmak yenilenme, yenilikleri takip etme zorunluluğunu da dayatıyor. Ne mutlu o
gençlere daha fazla ayak uydurabilenlere. Buna gayret etmek, genci geçmişe davet etmemek
lazım.

KISA KISA

1)Mutlaka Okumalısınız dediğiniz bir kitap?


Beni etkileyen biraz da geçmişe götürdüğü için etkileyen en son okuduğum Tedavüldeki
Kitaplar’’ı söyleyebilirim. Necdet Subaşı’nın bu kitabında ben adeta kendimi gördüm. Mesela
Mustafa Özel’i gençlere şiddetle tavsiye ediyorum. Roman diliyle iktisat, iletişim, sanat gibi
farklı alanlardaki eserlerini tavsiye ederim.


2)Hayatınızda neyin farklı olmasını isterdiniz?

Şuan için düşünürsek rektörlükle idari görevlerle beraber beş yaşında ve on bir yaşında oğlum
ve kızım var. Onların büyüdüğünü hissediyorum. Onlarla daha fazla zaman geçirebilmek
gerekiyor. Onların büyüdüğünü görüyorum. Artık kendi dünyalarını inşa ediyorlar. O yüzden
geri döndürülemeyen bir bölüm var. İşte o bir eksiklik farklı olmasını isterdim ama maalesef
geri dönüşü olmayacak.


3)Son bir tweet atma hakkınız kalsa ne yazardınız?


Bir duruşun olsun da ne olursa olsun.


4)Şuanda nerede olmak isterdiniz?


Evde. Şuanda üniversitedeyim hala.


5)İmam Hatip 1. Sınıftaki Fatih’e ne söylemek isterdiniz?


Donanımsal olarak biraz eksik gittiğimizi hissediyorum ama ona rağmen ne yaptıysan aynı
şeyleri yap derdim. Çünkü eksikliklerimiz çok oldu telafisi maalesef geçmişe dönünce
olmuyor. Keşkelerin bitmeyeceği bilinciyle yine aynı şekilde devam et derdim herhalde.


6)İmam Hatip yıllarınızda kendinize rol model aldığınız kişi kimdi?


Net bir kişi hatırlamıyorum ama rol model olarak aldığım değil de en fazla kulak astığım kişi
olarak içinden geldiğim siyasi gelenekten dolayı Prof. Dr. Necmettin Erbakan olabilir. Tam
anlamıyla rol model alıyor muydum onu bilmiyorum ama çok kulak astığımı, tabiri caizse
propagandasını yaptığımı, çok sevdiğimi hatırladığım için öyle söyleyeyim ama tam
sorunuzun karşılığı olmayabilir.


Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?


Bizim kuşağa çok kulak asmayın. Kendi kuşağınızı yaşayın. İçinde bulunduğunuz ortamın,
arkadaşlarınızın hassasiyetlerini onların dünyasını iyi keşfedin ve o dünyaya iyi unsurlar
eklemeyi önemseyin. Gençlerimiz bugün çok donanımlılar. Biz şunu bilmeliyiz; her hangi bir
toplumda herkes iyi olunca o toplum iyi olmuyor. Yüzde 10’luk 15’lik 8’lik her neyse bir
oran var bu küçük grup aslında o topluma yön veriyor. Dünya’ya yön verenler de belki
dünyanın yüzde 1’i değil yani. O yüzden önemli olan donanımlı olabilmek. Hedef
koyabilmek. Onun için siz gençler biliyorum ki bizden daha iyisiniz. Bu çağın dilini siz
biliyorsunuz. İşte onun içinde inşallah İslam’dan ne kadar