Prof. Dr. Ayşegül İlhan Mutlu, Aynı Sırayı Paylaşanlar’da!
Bu sayımızda aynı sıraları paylaştığımız, okul merasimlerini ayakta test çözerek bekleyen, tıp fakültesini 4 senede bitirmiş ve genç yaşında profesör olmuş olan Onkoloji Doktoru Ayşegül İlhan. Mutlu ile beraberiz. Düzce’den Viyana’ya uzanan yolculuğunda iyi bir kekin püf noktasından, yaşam ritüeli olan ajanda kullanımına değin; anne, akademisyen, doktor, eş, evlat ve arkadaş olan Ayşegül Hanım’ın başarı hikâyesine kulak verdik. Ve diyoruz ki: O iş öyle değil.
Hayat nasıl gidiyor?
Hamdolsun. Şu ana kadarkilerin en iyisi. İnşallah bundan sonrakilerin de en kötüsü olur diye dua ediyorum. Çok iyiyim, her şey çok yolunda çok şükür.
Mesleğinizin manevi dünyanıza katkıları nelerdir?
Çok fazla. Doktor olmanın ötesinde ben bir onkoloğum. Yani kanser hastalarını tedavi ediyorum. Kanser hastaları dediğimiz zaman hemen tabi akla ölümcül bir hastalık geliyor. Maalesef hastalarımızı kaybediyoruz. Biz onlara bu teşhis sırasında yardımcı olmaya çalışıyoruz. Onlara eşlik ediyoruz. Onları tedavi ediyoruz. Tedavi kimi durumlarda mümkün oluyor evet, ama kimi durumlarda da maalesef mümkün olamıyor. Öyle olunca maalesef insanların bu dünyadan göçüp gittiğini çok net bir şekilde görüyorsunuz ve bu süreç içerisinde de insanların birbirine aile olarak nasıl kenetlendiklerini görüyorsunuz. Ve hasta olan kişinin nasıl bir hayat muhasebesi yaptığını görüyorsunuz. Hâliyle her bir hayat muhasebesi sizi de etkiliyor ve siz de kendi hayat muhasebenizi yapıyorsunuz. Böyle olunca da manevi dünyanız her zaman için kuvvetli kalıyor.
Her insanın gerçekten çok güvendiği bir insan olmalı; heyecanının, enerjisinin düştüğünü düşündüğü anlarda gidip o insanın kapısını çalmalı.
Akademisyen, anne, eş, arkadaş, evlat ve hepsinden önce bir Müslüman olarak yaşantınızdaki bu farklı rollerin getirdiği yoğun tempoya rağmen enerjinizi ve heyecanınızı nasıl muhafaza ediyorsunuz?
Her zaman muhafaza edemediğim bir gerçek. Her insanın gerçekten çok güvendiği bir insan olmalı; heyecanının, enerjisinin düştüğünü düşündüğü anlarda gidip o insanın kapısını çalmalı. Bu çok çok önemli bir şey. Çünkü çok fazla şeyi teoride de pratikte de bilebiliriz. Ben insanların bu dünyadan nasıl göçüp gittiklerini görüyorum. Ve nasıl bir hayat muhasebesi yaptıklarını, aileleriyle nasıl kenetlendiklerini görüyorum. Bu da benim hâliyle ciddi bir, “Ayşegül kendine gel, hayatta bunlar da var.” dememe neden oluyor. Ama yine de enerjim de heyecanım da düşüyor. Benim her zaman için kapısına gideceğim ve beni bu konuda şöyle bir silkeleyecek insan annemdir. Annemin yanına giderim, o nasıl nimetler içerisinde olduğumdan, nasıl şükretmem gerektiğinden başlar. Öyle olunca da şöyle bir kendime gelirim. Bir de şu var ki her durumda insan bence şükredecek bir nimet bulabilir. Bu çok önemli bir şey. “Zaten doktorsun, kariyer ve çoluk çocuk yapmışsın, bir hastalığın da yok, tabii ki şükredeceksin.” gibi anlaşılabilir ama öyle değil. Her zaman için her ne kadar yüksek refah içerisinde de yaşıyor olsanız mutsuz olunacak bir şey bulabilirsiniz. Fakat her zaman için ne kadar dibin de dibinde yaşıyor olsanız, mutlu olacak ve ona şükredecek bir şey bulabilirsiniz. Yani burada gerçekten bakış açısı çok çok önemli.
Törende konuşmalar yapılırken test çözüyordum; ayakta ve sırada.
İmam-hatip sıralarındaki Ayşegül nasıldı? İmam-hatipli olmanın sizin hayat yolculuğunuza yansıması nasıl oldu?
İmam-hatip sıralarındaki Ayşegül, Türkiye’deki amiyane tabirle tam bir “İnek Ayşegül”dü. Çok ders çalışırdım. 6 yıl boyunca imam-hatipte okudum ama tek bir olay insanların aklında kaldı. Son sene İstiklal Marşı sırasında cuma günü önümdeki arkadaşın sırtına test kitabını dayamıştım, orada törende konuşmalar yapılırken test çözüyordum; ayakta ve sırada. O hâlâ konuşulur, yani ne zaman benim dönemimden arkadaşlarla veya hocalarla karşılaşsam onu söylerler. Çok gülüyorum ona. O zamanki genç kız çok çalışırdı, çok ümit doluydu. Çok enerjik. Hâlâ o günlerimi gerçekten çok özlüyorum. Çünkü bıraksanız aya fırlayacağım enerjiden, ümit doluyum, motivasyon doluyum, bitmeyen bir enerjim var.
Hayat yolculuğuma yansıması da şöyle oldu: Şu çok önemli bir şey, çok yönlü bir birey olarak yetişiyorsunuz. Kimya, fizik, matematik tüm bu dersleri gördük; onun haricinde de gerçekten işinin hakkını yapan, dersine çok önem veren, İslam tarihi, siyer, fıkıh hocalarımız vardı. Bunların hepsini de hakkıyla öğrendik ve bu bizim hem manevi dünyamızı hem de maddi dünyamızı genişletti. Yani çok yönlü olmamızı sağladı, ben bunu çok kıymetli buluyorum. İmam-hatip döneminde aldığım temeller beni hâlâ götürüyor diyebilirim. Hadis, siyer, İslam tarihi temeli… Bunları genç dimağların bu konularda yetişmeleri açısından çok önemli buluyorum.
Mesleki uzmanlık alanınız dışında merakınızı cezbeden ilgi alanlarınız varsa nelerdir, bahseder misiniz?
Bir şeyi hiç atamam. Arşivleme hastalığım vardır. Her şeyi arşivlerim. Kategorize ederim, sistematik bir şekilde arşivlerim. O yüzden ben de birçok şeyi arşivleyince bir baktım çok fazla yekûn tutmuş, bunlardan bu sefer koleksiyon yapmaya başladım. Birkaç tane koleksiyonum var. Kitap ayracı koleksiyonum var, her gittiğim yerden mutlaka bir tane de olsa kitap ayracı almaya çalışırım. Post kart koleksiyonum var. Bildiğimiz manada posta kartı. Bir de, banka kartı olsun, kartvizitler, vakti geçen kartlar, market kartları, indirim kartı olsun bunları da hiç atmam biriktiririm. Para koleksiyonum var yine, gittiğim ülkelerden mutlaka farklı para birimlerinden paralar getirmeye çalışıyorum. Birkaç tane buna benzer koleksiyonum var. Koleksiyon yapmayı severim, gezmeyi seyahat etmeyi çok çok severim. Yemek yapmayı çok severim.
Müslüman, kadın, Türk bir akademisyen olarak çizdiğiniz profil Viyana’daki çevrenizi nasıl şekillendirdi? Çevrenize size bakış açısı nasıl, ne gibi tepkiler alıyorsunuz?
Bu birkaç aşamada özetlenebilir. Ben 17 senedir Viyana’dayım. Başlangıçtaki bakış açısıyla şu andaki bakış açısı arasında çok fark var. Maalesef Avrupa değişti. Avrupa çok farklı bir yöne doğru evriliyor. Özellikle medyada Müslümanlar hakkında çok fazla yazılıp çizildiği için insanlar buradan direkt bilgi aldıklarını düşünüyorlar ve size bir şey sormuyorlar. 15 sene önce çok fazla İslam’la ilgili konuşuyordum. Ama misyoner gibi onlara anlatmak gayesiyle veya gayretiyle değil, bana soru soruluyordu. Sorulduğu zaman da düzgün bir şekilde cevap veriyordum. Ama şu an dilim çok çok daha iyi olmasına veya çok daha sosyal olmama rağmen ve çok daha fazla insan tanımama ve yabancı arkadaşlarım çok fazla olmasına rağmen, bu konudaki sorular ve ilgi az. Çünkü insanlar maalesef etraftan alıyorlar. Bana sorulmadığı için de ben bu durumda kendimi iki kat sorumlu hissediyorum. Zaten Müslüman ve örtülü ve Türk bir kadın olarak üstümde bir sorumluluk var. Bunun sorumluluğunda, bunun kimliğinde duruyorum. Bir de insanlar benim söylediklerimden de değil, İslam’ı duruma göre benim hareketlerimden öğrenecekler. Ben çünkü çok takip ediliyorum. Bunun farkındayım. Kabul edilirlik görüyorum çünkü iyi dil konuşabildiğim, için belirli bir akademik bilimsel ve klinik bir altyapınız olduğu için tabi ki kabul görüyorsunuz ve saygı duyuyorsunuz. Ben bir söz söyleyeceksem veya hareket yapacaksam normalde iki üç defa düşünür ondan sonra yaparım. Onun getireceklerini, etkilerini çok daha fazla düşünerek, hesaplayarak yapmaya çalışırım çünkü onu yapan kişi Ayşegül değil, onu yapan kişi Müslüman, kadın, Türk bir akademisyen olacak, bu yüzden de etkileri çok daha farklı olabilir.
Avrupa’da Akademi dünyasının Türkiye’ye göre farklılıkları neler? Okurlarımıza yurtdışında lisansüstü eğitim ve akademi tavsiye eder misiniz?
Benim tavsiyem bir insanın lisans eğitimini kendi ülkesinde alması. Türkiye’de yetişmişseniz bunu Türkiye’de alın. Çünkü anadilinizde verilen bir eğitim. Çünkü lisans eğitimi ana hususların verildiği bir eğitim. Ve ana hususların verilmesini kendi dilinizde daha rahat ve pratik bir şekilde alabilirsiniz diye tahmin ediyorum. Yabancı bir dilde bu konuda biraz vakit kaybedebilirsiniz. Yüksek lisansı ise ben kesinlikle herkese tavsiye ediyorum. İleride akademik çalışanlar için de çalışmayanlar için de öneriyorum. Şunu bilmek gerekiyor yurtdışındaki master ve doktora için, yurtdışında önemli bir farklılık var. Öğrenciye çok ciddi bir özerklik ve serbestlik tanınıyor. Derslerin seçiminde, sınav vakitlerini belirlemede olsun. Bu özerklik ülkemiz insanı için başlarda biraz geri tepebiliyor. Öğrenciliğin çok fazla uzamasına neden olabiliyor. O yüzden özellikle akademi düşünen bir insan için masterı da Türkiye’de yapması en azından bilimsel çalışma yönteminin ve sisteminin kavranması bakımından ben daha faydalı buluyorum. Çünkü dediğim gibi burada ciddi bir kültür ve sistem karmaşası yaşanıyor. Üniversiteyi yurt dışında okumak benim kendi seçimim değildi, ben bunu böyle yapmak durumunda kaldım. Dediğim gibi burada sistemin sizden beklentilerini anlayarak ciddi bir vakit kaybediyorsunuz. Birçok arkadaşta da bunu gözlemledim. Master için gelenler de bu şekilde söylüyorlar. Bizim Türkiye’deki sistemde her şey çok bellidir. Öğrenciye özerklik tanınmaz, hareket edebileceği alan esnek değildir. Şu zaman şu derse gideceğin bellidir. Yurtdışında ise her şeyi siz yapmak zorundasınızdır. Bu size özerklik sağlar, avantajınız vardır ama sorumluluk da sizin üzerinizdedir. Bu da başlarda bir miktar sıkıntıya neden olabiliyor. O yüzden de yurtdışını kesinlikle öneririm ama temellerini kendi ülkenizde atılması şartıyla. Akademik çalışma da çok farklı bir şey, herkes doktora yapmak zorunda değil. Master biraz daha farklı ama doktora farklı. Masterı ben herkese öneriyorum. Akademik çalışmak istemeyene de çünkü master dediğimiz şeyde olaylara sistematik bakma ve sistemli çalışmayı öğreniyorsunuz. Bunun birçok hususunu lisans eğitiminde öğrenemeyebiliyorsunuz. Masterda bunları öğreniyorsunuz ve dahası sizin alanınızla ilgili yenilikleri nasıl takip edeceksiniz, nasıl yenilikçi olursunuz, nasıl yorumlarsınız, bence bunları da öğreniyorsunuz. O yüzden akademik çalışmak isteyen olsun istemeyen olsun herkese masterı öneriyorum. Ama doktora daha farklı, daha ileri bir şeydir. Onu gerçekten akademik çalışmak isteyenler yapsın. Akademik çalışma da ciddi çalışmayı, disiplinli çalışmayı ve sabır gerektiriyor. Sabır akademik alanda söyleyeceğim bir numaralı şeydir.
Planlarınız arasında Türkiye’ye geri dönüp burada mesleğinize devam etmek var mı?
İnşallah diyeyim. Tabi ki istiyorum. Ailem, anılarım, arkadaşlarım orada. Kendi anadilim, kendi ülkem. Ama gerçekten de orada faydalı olabileceğim bir yer görürsem bilimsel ve öğrenci yetiştirmek anlamında, o zaman olabilir diye düşünüyorum.
Üniversite sınavına hazırlık süreci tüm gençler için çok büyük bir stres kaynağı. Siz de bu süreçten geçtiniz, üzerine bir de başörtü ile sınava girme stresi gerçeği vardı. Tüm bunlara rağmen Türkiye 206.’sı olmayı başardınız ancak Türkiye, sınavda 206. olmuş bu evladını üniversiteye kabul etmek istemedi. Ve yurtdışı hikâyeniz başladı. Her şey bittikten sonra da söylenecek çok söz vardır. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Birçok şey muhtemelen her şey bittikten sonra söyleniyor. Çünkü geriye dönüp baktığınızda aslında kendi hikâyenizi o zaman yazıyorsunuz. Birçok şeyin daha farkına, bilincine varıyorsunuz. Ve bazı hikâyeler aslında daha şekilleniyor geriye dönüp baktığınızda. Böyle olması gerekiyormuş, bu benim imtihanımmış ve benim zamanımdakilerin imtihanıymış diye düşünüyorum. Ve bu imtihan meselesine zaten hayatta çok çok önem veriyorum. Yani başımıza gelen her türlü negatif şey de pozitif şey de imtihanımız ve bize gelen fırsatımız. Bunu nasıl değerlendirdiğimiz ve bunlarla nasıl baş ettiğimiz önemli. İnşallah iyi değerlendirmişimdir diye düşünüyorum. İnşallah hakkını vermişimdir diye düşünüyorum. Hâlâ imtihan sürecindeyiz. İmtihan hiçbir zaman bitmiyor ve son nefesi verene kadar devam edecek. Ama burada önemli olan gerçekten o imtihan dünyasında olduğumuzu bilip buna göre hareket etmek bence.
Bu kadar genç yaşta Profesör olmayı nasıl başardınız?
Bir defa buranın sistemi izin verdi. Buranın siteminde profesör olmak için belirli bir yayın altyapınıza ve üniversitede belirli bir ders vermiş olma durumunuza bakılıyor. Mesela Türkiye’de ancak uzmanlığınızı bitirdikten sonra yapmaya başladığınız yayınlar sizin için ilerideki doçentliğinizde ve profesörlüğünüzde sayılıyor. Avusturya’da ve dünyanın birçok yerinde böyle değil. Siz uzmanlık yaparken ve hatta öğrenciyken dahi yapabiliyorsunuz. Bizim öğrenci arkadaşlarımız var ve yayın yapıyorlar ve bu yayınları ileride doçentlikleri ve profesörlükleri için kullanabilecekler. Türkiye’de böyle bir sistem yok. Ve bence gerçekten değiştirilmesi gereken bir durumdur. Ama daha detaylı sorarsanız nasıl bu kadar genç yaşta profesör oldunuz diye, bu bence çok ilginç bir şekilde silsile hâlinde birçok parametrenin bir araya gelip yapbozun parçalarının birbirine güzel oturmasıyla oldu. Ben 4-5 yaşında çok severek izlediğim Susam Sokağı’nı izleye izleye okuma yazmayı öğreniyorum. Öyle olunca 1. sınıfı okumadan 2’ye atladım. O zamandan başlıyor. Oradan bir sene kazandım ben hayattan. Üniversiteyi de erken bitirince oradan bir sene, oradan bir sene kazana kazana böyle bir sonuç çıkıyor.
Ajanda kullanın.
Hayatımızda bir şeyleri yoluna koyabilmek için bize ne tavsiye edersiniz?
Öncelikle niyet etmek ve gerçekten istemek gelir. Kimi “Gerçekten istiyorum.” falan der ama sormak gerekiyor bunu gerçekten istiyor musun, diye. Ne gibi bir adım attın? Kimse sana sihirli bir değnekle dokunup hayatını yola koymayacak, sen düzelteceksin, sen yapacaksın. Sonuçta o sende bitiyor. Bunu soran arkadaşlara tavsiye olarak benim için de çok çok önemli ki bunu her yerde söylüyorum: Ajanda kullanın arkadaşlar. 2003 yılından beri kullandığım ajanda sistemim var. Arşivini de yapıyorum. Yıllık ajandam hep çantamda yanımdadır, hiç çıkarmam. O ajandam da o yıl içerisinde aşağı yukarı ne yapacağım yazılıdır. Gerçekten bu çok önemli, hani âlim unuturmuş kalem unutmamış, diye bir laf var, yazınca unutmuyorsunuz ama yazmayınca aklınızdan gidiyor. Sonra her ay aşağı yukarı hangi haftalarda yapacağım şeyler, hangi günlerde yapacağım şeyler için vs. her hafta sonu oturup başımı önüme alırım ve düşünürüm. Geçen hafta neler yaptım, neler eksik kaldı, bir dahaki haftaya neler yapacağım ve neler yapmam lazım? Bu bence bir şeyleri yerine koymak için en önemli meseledir.
Sizi takip ettiğimiz kadarıyla sık sık seyahate çıkıyorsunuz. Sizi buna motive eden nedir? Nasıl fırsat buluyorsunuz? Bunca yol size ne öğretti? Seyahat mottonuz nedir?
Ben küçüklükten beri meraklı bir çocuktum. Yeni yerleri çok merak ederim. Çok severim oradaki insanlarla konuşmayı. Fırsat çok sık bulamıyorum. Son zamanlarda olabilecek en küçük bir fırsatı da değerlendirmeye çalışıyorum. Sanırım gezi ya da seyahate çıktığım zaman en önemli mesele çok programlı olmaktır. Yani seyahate çıktığınızda benim gün gün programı geçtim, saat saat programı geçtim, nerdeyse dakika dakika programlarım oluyor, çünkü bir yere gittiğim zaman günlerce gezmek gibi bir şansım yok. Bu yüzden gideceğim yerde bir günü planlamam gerekiyor. Bunu da dakikası dakikasına planlarsam hızlı gezmiş olurum demektir. Çok isterim gidip bir şehrin kafelerinde uzun uzun oturayım, meydanlarında nefesleneyim… Ama çok yer görmek istiyorsan çok hızlı olman gerekiyor. Seyahat etmek istiyorsanız bir şekilde imkân bulabiliyorsunuz.
KISA KESELİM AYDIN HAVASI OLSUN (Yine Kısa Kesemedik 🙂 )
1-Hangi derde deva olmak isterdiniz?
Ben yaşlılığa deva olmak isterdim. Beni yaşlılık korkutuyor. Sevmiyorum yaşlılığı. Kınadığımdan değil, hepimiz yaşlanacağız ama bunu söylerken dikkatli söylüyorum Allah muhafaza genç yaşta ölmekten de korkuyorum. Ama çok sağlıklı çok dinç, hiç hastalığı olmadan yani yaşlanmadan yaşlanmak isterim.
2. Bir çocuğa ne verilmez?
Somut olarak, klasik olacak ama şeker, çikolata vs. tarzı şeyleri ödül olarak vermeyelim. Soyut bir şey diyorsak eğer, özgüven eksikliği.
3. Geçmişten hangi âlim ile beraber çalışma imkansız olsun isterdiniz?
İbn Sina dememi bekliyorsunuz galiba. Ama sanırım ben Evliya Çelebi diyeceğim. Âlim de sayılır kendisi, bu yüzden Evliya Çelebi diyorum. Çünkü çok pratik, çok muzip, çok gezen, çok her şeyi sayan, (benim gibi, bende de sayma tiki vardır) bir insan ve bu yönlerini sempatik buluyorum. Çok güzel anlaşırdık herhalde.
4. Sizin bir ana kilitleyen o parça hangisi?
Freddie Mercury’den Show Must Go On şarkısı. Bakıldığında kişinin alt yapısı vs. hoşa gitmeyecektir. Ama bende bıraktığı anısı çok farklı bir ortama ve zamana dayanıyor ve gerçekten beni o ana kilitliyor.
5. Abur cubur sever misiniz?
Abur cuburu severim. Evet ama vasat olunduğu sürece abur cubur yenilebileceğini düşünüyorum. Doktor da bunu söylüyorsa artık diyeceksiniz ama bendeki durum bu J
6. Gelmiş geçmiş en yararlı icat?
Elektrik
7. Hangi ülkenin nesi olmak istersiniz?
Sanrım okyanus olmak isterdim, bir yandan her yerde olabiliyorsunuz.
8. İyi bir kekin püf noktası nedir?
İçindeki sütü ısıtarak koymaktır.
12. Aşağıdaki kavramları kısaca tanımlayınız:
İnsan; eşref-i mahlukat
Sherlock; Sherlock deyince aklıma sanırım bizim jenerasyonun da aklına gelecektir. Bir Dedektif Gadget vardı, kolları ayakları uzayan bir amca. O geliyor aklıma. Bennedick Cumberbatch sonradan Sherlock oldu. Bizim zamanımızda Gadget amca vardı.
Itri; tekbir… Muhteşem… Arada iç ses olarak söylerim.
Bu sayfayı okurken ne dinleyelim?
Üstteki sorunuzdan sonra sorsaydınız Show Must Go On derdim. Ama şimdi tekbir dolaşıyor zihnimde tabii arka arkaya gelince.