#

Miras

M. Ali Karanfil[1]


“Göz ne görür ki anlatsın gönle? Aç şu gözünü ey gönül, bir de kendin gör şu hakikatleri.”

Alnımdan terler akıyor, gözüm titriyordu. Babam yine kayboldu. Deliler gibi babamı arıyordum caddede. Yüzlerce insanın içinde. Gördüm onu, yaya geçidine doğru gidiyordu. Koşmaya başladı. “Baba! Baba dur!” Terler içinde yataktan sıçradı bakakaldım. Ruhen rahatlamam gerekiyordu. Ama önce kapıları açmam lazımdı. Saat geçiyordu. İçeriden kepenkleri kaldırdım. Daha sonra ne zaman ruhum sıkılsa okuduğum kitabı tekrar elime aldım, bir sandalye çektim ve okumaya başladım.


“Göz ne görür ki anlatsın gönle? Aç şu gözünü ey gönül, bir de kendin gör şu hakikatleri.” İşte kitaptaki bu sözdür beni rahatlatan, beni değiştiren. İlk okuduğumda hiçbir şey anlamamıştım aslında. Sonra kendi hayatımla kıyaslayınca anladım. Bunlar film şeridi gibi gözümün önünden geçerken bu sırada dükkâna bir hanımefendi girdi. Dışarıda tabela olmadığı için zor bulmuş burayı. Ben dükkanım için tabela gereği duymamıştım, yolu düşen elbet bulurdu burayı. Biraz rafları dolandıktan sonra bir kitap aldı ve bir sandalye çekip incelemeye başladı. Bir süre inceledikten sonra masada benim okuduğum kitabı gördü ve aldı, onu da bir süre inceledikten sonra yanıma geldi. ‘’Kaç para bu kitap? Daha önce bu kitabı hiç duymadım. Üstünde yazarın adı da yok ama çok etkiledi bu kitap beni.’’ dedi bana ve o an aklım eskiye gitti.


Hani bir söz vardır, baba evladını yıkarsa ikisi de güler, evlat babasını yıkarsa ikisi de ağlar. Yıllarca babam bana baktı, günü geldi o kapılar bana açıldı. Ben daha yirmi yaşındayken babam alzaymıra yakalanmıştı. Hem kendi yükümü hem de babamın yükünü sırtlamam gerekti. Bazen hava alsın diye bahçeye çıkarırdım o da beni bırakıp kaybolurdu ortalıktan. Dakikalarca babamı arardım mahallede. Bazen unutur çık evimden diye kovalardı beni. Evde ne zaman kaybolsa çatı katında bulurdum onu. Üniversiteye giderken kapıları kilitler babamı evde bırakırdım. Başka çare gelmezdi elimden. Hiç unutmam, edebiyat hocam benim mutsuz halsiz halimi görüp neden mutsuz olduğumu tespit etmek için toprak sana ne anımsatıyor yaz getir dedi. Neden mutlu olmamı beklediğini, üzgün olmamın toprak ile ne alakası olduğunu anlayamamıştım. Zaten neyi anlamıştım ki o zamanda. Ne hayatı anlamıştım ne toprağı. Toprağı bir element olarak görüp detaylarını anlatmıştım. Olabildiği kadar anlatmıştım gördüğüm toprağı kâğıda. Hocama verdim ve bekletmeden odasında okudu. Okudu ve bana baktı. Gözlerinden anlamıştım beğenmediğini. ‘’Benim senden istediğim bakış bu değildi. Baktığın toprağın aslını görememişsin. Hayata yanlış bakıyorsun evladım.’’ dedi. Bir şey anlayamadan odasından çıktım. Aslında çok iyi bir ders vermişti o zaman. Eve gidene kadar “Benim göremediğim asıl ne idi, hayata nasıl doğru bakabilirim ki?’’ dedim içimden. Haftalarca hatta aylarca bu soruyu sordum kendime. Defalarca hocama sordum fakat hep aynı cevabı verdi. Her defasında “Elbet göreceksin, her şeyin bir zamanı var.’’ derdi. Artık hayatımdan da zevk alamıyordum. Gün geçtikçe daralıyordum. Bir eksik var içimde fark ediyorum, şunu da biliyorum ki bulsam tekrar tutunacağım… O gün artık eve sığamıyordum, daralmıştım babamı da alıp Eminönü’ne gitmiştim. Yolda sahaf dükkânı gördüm. Dayanamadım kendimi içeri attım. Allah var ne sahaf dikkatimi çekerdi ne de kitaplar. Kader ya işte, o dükkâna girecektim. İçim huzur buldu o dükkânda, eskimiş kitapların kokusu ve içeride binbir derdini dökmüş sayfalar. Hapsetti sanki beni oraya. Duvarlarda ise tüyleri diken diken yapan sözler. Aralarında Neşet Usta’nın bir sözü çarptı gözüme. “Elini kalbine götürdü; ‘Burası var ya’ dedi, ‘taşa, toprağa gerek kalmadan insanın gömüldüğü tek yer’…’’ Bu söz sanki yerinde gelen bir mesajdı. Kafamı çevirdiğimde babam ortalıkta yoktu… İşte o gün trafik kazasında babamı kaybettim. Artık sona geldim demiştim kendi içimden. Ne aradığım cevabı buldum ne de tutunabildim hayata demiştim. Eve girdiğimde ilk defa kendimi babam gibi çatı arasına attım. İnsan göremediği yerlere iz bırakırmış. İşte bu kitabı orada bulmuştum. O gün orada saatlerce oturdum bu kitabı okudum. “Göz ne görür ki anlatsın gönle? Aç şu gözünü ey gönül, bir de kendin gör şu hakikatleri’’ kitabın en sonunda yazıyordu bu söz. Hayatımdaki eksiği bu sözde buldum ben. Ben hep gözümle gördüm, gönlümle görmedim. Yemek dedim yedim, nimet nedir göremedim. Para dedim harcadım, bereket nedir göremedim. İnsan gördüm sevdim, kalbindeki sevgiyi göremedim. Ve en önemlisi, toprak dedim bastım, nereden geldiğimi göremedim.


O günden sonra oturmuştu bütün taşlar yerine. Neden üzgünsün demişti ya hocam, ben babama gönlümle baksaydım hiç üzülür müydüm? Ben babamı gönlümle taşısaydım, yük der miydim? Babam alzaymır iken bile dert yüklemiş kendine. Ne anlatabilmiş beni bana ne de belli edebilmiş. Ancak kâğıda dökmüş beni. Ömrün sonunda bile evladını düşünen bir babam oldu. Bu son benim için yeni bir başlangıç olmuştu. Hayata doğru bakmayı öğrenmiştim. Bir sahaf dükkânı açtım ve orada yaşamaya başladım. Beni doğruya götüren sahaf dükkanıydı, bir kitap değil de bir dükkân anlatırdı her şeyi. Ben de bu yolun anahtarı olmayı tercih ettim. Hanımefendi beni dürttü. Gözümden yaşlar geliyordu. “Beyefendi iyi misiniz?’’ dedi. Kendime gelerek cevap verdim “İnsan mirasını satabilir mi hanımefendi? Bir de o mirasın yazarı babam ise…’’

[1] Selahattin Eyyubi AİHL, 11.Sınıf öğrencisi. Zaman zaman hikaye yazarı, grafiker ve seslendirmen.