#

Yeni Bir Dünya Mümkün Değil Mi?

Dr. Abdulkadir Turan[1]

İnsana verilen irade, işlediği an imkân üretir, dünyanın düzenini, geleceğini değiştirir ve bugünkü dünyadan farklı bir dünya kurar.


Hicret’in üzerinden henüz beş yıl geçmişti. Mekke müşrikleri, Resûl-i Ekrem’i  (s.a.v) Medine’de de rahat bırakmıyorlardı.  Uhud’da yaşananlar, bedevîlere cesaret vermiş; onlar da Mekke müşrikleriyle bir olmuşlar, on bin kişilik bir orduyla Medine’ye doğru hareket etmişlerdi. Medine’deki Yahudiler, onları açıkça destekliyorlardı; münafıkların da gönlü onlardan yanaydı. Buna karşı Resûl-i Ekrem ve ashabının sadece üç bin kişi civarında bir kuvveti vardı. Resûl-i Ekrem, ashabına danıştı ve düşmanın Medine’ye girmesinin engellenmesi için şehrin hendekle çevrelenmesini emretti. Ashab, hendeği kazırken önlerine bir türlü parçalayamadıkları bir kaya çıktı. Resûl-i Ekrem, eline balyozu aldı ve her vuruşta Ashabına emir gibi bir fetih müjdesi verdi:

– “ Allahu Ekber! Bana Şam’ın anahtarları verildi!

– “Allahü Ekber! Bana, Fars’ın anahtarları verildi!

O zamanda dünyada iki büyük güç vardı: Bizans ve Sasanî imparatorlukları. Doğu Akdeniz coğrafyası olarak Şam, Bizans’taydı. Bizans’ın da Sasanî’nin de profesyonellikleri yüzyıllara yayılan orduları vardı. Dünya düzeni onların elindeydi. Zaman zaman çatışır ama bir türlü birbirlerini tam olarak yenemezlerdi. İslam ordusu Mekke ve kabile ordularına karşı dahi hendek kazıp Medine’nin içine kapanmışken iki imparatorluğun ordularını yenebilir miydi? O iki büyük güce rağmen yeni bir dünya kurabilir miydi?

Münafıklara göre “Asla!”. Çünkü bu, “akl”a uymazdı. Akıl, nesneldir ve matematiksel hesap yapar. Matematiksel hesaba göre iki kere iki dört eder ve bu kadar hem küçük hem profesyonellikten uzak bir ordunun o ölçüde büyük orduları yenmesi imkânsız.

Ashaba göre ise Resûl-i Ekrem, ne söylüyorsa doğru söylüyordu ve söylediği bir gün muhakkak gerçekleşirdi. Çünkü onlar, vakalara salt “akıl” ile bakmıyorlardı. Onların aklının bir yanını da vahyin açtığı “kalb/gönül” oluşturuyordu. Kalbin bakışı ise matematiksel hesabı aşar.

Kalpteki yakini iman; samimiyet, birlikte çalışma ahlakı, hedefler doğrultusunda bütünleşme, hak üzere birbirine itaat gibi unsurlarla buluşunca bütün matematiksel hesapları alt üst eder.

Ashab, Kur’an ve Sünnet’in kılavuzluğunda aklı önemserdi lâkin salt aklın gördüğü imkânlara takılmaz; vahyin ufkunu açtığı kalbinin sesini de dinler ve imkânlarını kendisi üretirdi.

Hz. Ebû Bekir, halife olunca Arabistan Yarımadası’ndaki sorunları altı ay gibi bir sürede bitirdikten sonra orduyu Bizans’ın üzerine gönderdi. Hendek’in üzerinden sadece yedi yıl geçmişti ve İslam ordusu bugünkü Ürdün’de Ecnâdeyn denen yerde, sayıca yüz binlerle ifade edilen Bizans ordusunu darmadağın etti. Bizans ordusu, henüz dört-beş yıl önce Sasani ordusunu tam da o civarda yenmişti. Böylece İslam ordusu, Bizans’ı yenmekle Sasani’yi de yenmiş sayılırdı.

İmparator Heraklious, Antakya’ya kaçtı. Yaklaşık bir yıl sonra İslam ordusu, bu kez Yermûk’te Bizans ordusunu dağıttı. Resûl-i Ekrem’in mucizesi gerçekleşmiş; Heraklious Antakya’dan İstanbul’a kaçarken “Elveda Şam!” demişti. Hemen sonra İslam orduları, Sasani’ye karşı savaşı ilerlettiler ve yaklaşık yedi yıllık bir süre içinde onu ortadan kaldırdılar.

Hendek gününde matematiksel hesaplar yapanlar yanılmış, dünya düzeni tamamen değişmiş, yeni bir dünya kurulmuş, henüz yüzyıl geçmeden İslam orduları batıda Büyük Okyanus’a, doğuda Çin civarına dayanmışlardı. İslam, kısa bir süre içinde Orta Asya bozkırlarında Semerkant ve Buhara gibi cennet şehirler inşa etti. Samaniler, Gazneliler, Selçuklular, Hârizmşahlar… Bir Müslüman devlet diğerinin yerini alıyor, Buhara ve Semerkant’ın cennet düzeni ise devam ediyordu.

Müslümanlar, artık olumsuz anlamda yeni bir dünya mümkün değil, diyorlardı. Oysa Cengiz Han’ın orduları geldi ve birkaç yıl içinde Türkistan ve İran coğrafyası yerle bir edildi. Sanki Buhara ve Semerkant hiç kurulmamıştı.

Matematiksel “akla” dayananlar, ellerinde cetvelle kuvvet ölçenler, değişen güç dengeleri karşısında bir kez daha “Dünya düzeni bozuldu, asla düzelmez!” diyorlar, değişim umutlarını kırmak için kürek sallıyorlardı. Oysa Moğolların önünden batıya doğru çekilen Kayı boyundan küçük bir topluluk, Ankara’yı geçip Söğüt taraflarına yerleşti. Orada Osman Bey ile Şeyh Edibali’nin yolu kesişti. İrade bir kez daha işledi ve o uç yurdunda Osmanlı’nın tohumları atıldı, yeni bir dünya inşa edildi. Osmanlı, zamanla üç kıtaya hükmedecek güce ulaştı.

Bu tarihsel tecrübeler vahyin öğrettiğini defalarca doğruluyor ve bize şunu anlatıyor: İnsana verilen irade, Yaratan’ın iradesi karşısında aciz de olsa kendisi gibi yaratılmışlar karşısında aciz değildir, dilerse değişim yapabilecek donanımdadır. Bize verilen irade, işlediği an imkân üretir, dünyanın düzenini değiştirir ve bugünkü dünyadan farklı bir dünya kurar.

Bugün dünyada Müslüman iradesini bastırmak isteyen büyük güçlerin bulunduğu doğrudur. Ancak hiçbir güç, Allah’ın gücünü aşamaz. 

“ De ki ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın.” (Âl-i İmrân, 26)

Allah, çalışana güç verir. Biz, irade eder ve çalışırsak dünyayı değiştirmemizin, iyiliğin, güzelliğin hâkim olduğu farklı bir dünya kurmamızın önünde hiçbir engel yoktur!

[1] Eğitimci Yazar