#

Bizim Apartmanın Halleri

1’inci kat

Anlattıkları gerçek miydi yoksa masal mıydı bilmem ama tuhaf bir ikna ediciliği vardı Altın Çocuk Vedat’ın. Bizler inanmıştık, rivayete göre yetiştirme yurtlarında büyüyen Vedat dünyanın yıkıcılığından kurtulmak için dümenini karanlık denizlere kırar ve kısa sürede küçük çaplı bir suç şebekesinin başına geçer. Vukuatları çok büyük ve sansasyonel olmamakla beraber birçok garibin canını yakar, birçoğunun da bedduasını alır.

Kendisine Altın Çocuk denilmesinin nedeni pırıl pırıl parlayan, hafif uzun sarı saçlarıydı. Yüzüne bakan kendisini bir armatör çocuğu yahut eski Moda ailelerine mensup biri zanneder ama Adilcevazlı Vedat, o güven veren temiz yüzü ve parlak saçlarıyla icraatlarına devam eder. Başına türlü musibetler gelse de tuttuğu dümeni bırakmaz, kolay para tatlıdır, gündüz uykularına benzer, bir kere alıştın mı uyanamazsın kolay kolay. Ama bizimki uyanır. Bir gün Feriköy Savaş Sokak’ta açık duran ikinci kattaki pencereye kolaylıkla tırmanır. Etrafını şöyle bir süzer ama pek kayda değer bir şey bulamaz. Risk alıp odaları kontrol etmeye başlar. Açtığı ilk kapıda yüzüne ay ışığı vurmuş, uykunun derin sularında gezinen ipek tenli bir güzel görür ve ölür Altın Çocuk.

Hemen etrafına bakar bizimki, kızın telefonundan kendisini çaldırır ve odayı terk etmeden aynanın önünde duran makyaj çantasını alıp Feriköy’ün karanlık sokaklarında kendi cesediyle beraber kaybolur. Aradan bir hafta geçer. Vedat yemeden içmeden kesilmiş, yüzü solmuş, kendi olmazlarında boğulmuştur. Sonunda dayanamaz arar kızı. İşte efendim makyaj çantanızı filanca sokakta buldum, içinde numaranız vardı, size teslim etmek isterim minvalinde bir hikâye yazar. Kız şaşırsa da bu duruma ikna olur sonunda. Sonuçta makyaj çantası kayıp ve güzelliği artık kusurludur.

Ertesi gün lüks bir pastanede buluşulur. Kız bütün tedirginliği ve her hâlükârda güzelliği ile işte oradadır. Ah, aşk. Bizimki yine her zamanki gibi janti. Giymiş kar beyaz bir gömlek, yakalar kolalı, saçlar desen sanki güneş. Çeker sandalyeyi oturur ay yüzlünün karşısına. Havadan sudan derken kız ufaktan tutulur Vedat’ın bitirim hallerine ama fazla da açık etmez. Gelirler çanta meselesine, açık açık anlatır durumu pencere cambazı. O an kendisini görüp âşık olduğunu ve o günden beri yemeden içmeden kesilip her şeye tövbe ettiğini tek tek anlatır.

Kız şaşkın şaşkın bakar Vedat’ın yüzüne, sonra kendisini toplayıp çatar kaşlarını Vedat’ın kalbine ve bir hışımla malum çantayı masadan kapıp “pis hırsız” diyerek sahneden çıkar.

İşte Altın Çocuk Vedat’ın Taksici Vedat olma serüveni de o günlere denk gelir. Bütün karanlık sokaklara tövbe eden Vedat gece gündüz demeden taksiye çıkar, cumaları ve bayram namazlarını asla kaçırmaz. Sonra bir yaz ortadan kayboldu. Apartman sakinleri kapısına polislerin geldiğini söyledi ve Altın Çocuk Vedat o günden beri bir daha görünmedi.

2’nci kat

Apartman en çok da yardım demektir. Hastaya, yoksula, yorguna, tutunamayana yardım etmeyi gerektirir. Müslümanca bir duruşa imkân sağlar, komşulara bakıp her akşam vicdan muhasebesi yapmaya, el uzatmanın o tarifsiz mutluluğuna, birliğin doğurduğu eşsiz güvene ve ait olmaya kapı açar.

Gerçek adını bilmezdik lakin güler yüzlü, temiz sözlü, ağzı dualı bembeyaz bir nur gibiydi, mahalleli de bu sebepten ona Nur Teyze derdi. Sabahları erkenden kalkar, camı pencereyi açıp evini havalandırır sonra da eline geçirdiği sarı bir bezle temizliğe tutuşurdu. Gelen gideni çok olmamasına rağmen bu temizlik tutkusu nedendir bilemezdik ama Nur Teyze’nin bu çalışkan hali, hane reislerinin gözüne çalınır ve eve gidip genç hanımlarına “bak kaç yaşında kadın” diye başlayan sitem dolu cümleler kurarlardı.

Nur Teyze ve eşi, acı vatan Almanya’ya ikinci büyük dalgayla giden Türk kafilesindendi. İstedikleri hayata burada kavuşamayacaklarını anlayınca karı koca düşerler yola, bulurlar kendilerini Frankfurt’ta. Kaldıkları tek göz odayı, apartmanın ortak kullandığı tuvaletlerin rezaletini, bir gece yorganlarının içinden çıkan kedi büyüklüğünde fareyi o günkü dehşetiyle anlatırdı hâlâ.

Yıllar gelip geçmiş fakat Nur Teyze ve eşi o düşledikleri hayata kavuşamamıştır bir türlü. İnsanlık dışı çalışma ortamı, yoksulluk ve Almanların kendilerine bakışı… Bütün bu zorluklarla beraber Allahu Teâlâ tarafından kendilerine iki erkek çocuk verilir. Çocuklar bu cehennemde telef olmasın diye biriktirdikleri parayla İstanbul’da bir ev alıp kesin dönüş yapmaya karar verirler. Ev alınır, üç ay sonra yani yazın Türkiye’ye dönüş biletleri ayırtılır. Elveda Almanya.

Memlekete dönüş yapmanın tatlı hayali günden güne hane halkını sarar. Bu duygular içerisinde bir akşam vakti Nur Teyze’nin eşi yorgun argın eve dönerken üç tane serserinin bir Türk kızını rahatsız ettiğini görür. Koşarak zorbaları uyarır ve tartışma başlar. Nur Teyze bu kısmı gözlerini silerek büyük bir gururla anlatırdı: “Yiğidim aldığı yaraya rağmen korkmamıştı, gözünü hiç kırpmamıştı, onu beyaz örtüler içerisinde son kez gördüğümde kocaman siyah gözleri hâlâ açıktı.”

Nur Teyze o yaz iki yetimiyle Türkiye’ye döner. Ailesinin desteğiyle yaşar, emekli olur, oğulları hayırsız çıkar. Mahallenin çocukları olarak aramızda oluşturduğumuz sırayla, kapısını çalar, bakkal alışverişini yapar, kışın odun kömürünü taşır, türlü işlerine koştururduk. Onun Allah razı olsun demesiyle daha da heveslenir, daha da güçlenirdik. Uşşakî tarikatına mensuptu ve evinde zaman zaman zikir meclisleri kurulurdu.

Yedi-sekiz yaşlarındayım, anneme evin anahtarını bırakıp sokağa çıkacağım, Nur Teyzelerin kapısını çaldım; “Gel, annen içerde” dediler. Bir ev dolusu kadın, kendilerinden geçmiş bir şekilde Allah’ı zikrediyor ve ben ufaktan da olsa korkuyordum. Annemin bulunduğu odaya girdim anahtarı uzattım, tam kapıdan çıkacakken Nur Teyze “oğlum” diye seslendi, dönüp baktım ve o anda Nur Teyze’nin üzerinden buhar mı yoksa duman mı olduğunu anlamadığım bir şey yükseldi. Hemen fırlayıp çıktım odadan korkuyla. Sonraları anlattığım kimse inanmadı bu hikâyeye, hatta annem bile. Yahu diyorum sen de oradaydın nasıl görmedin, gülümseyerek; “Teyzenin nurunu görmüşsündür sen pamuk yanaklı oğlum” diye geçiştirirdi beni. Allah mekânını cennet eylesin, belki sahiden de nurunu görmüştüm Nur Teyzemin.

3’üncü kat

Bayram günü, apartmanda feryat figan, yerimden hızlıca fırlayıp kapıya koştum. Apartmana bu yıl taşınan Suriyeli kiracı ablamız kapıları çalıp kırık dökük Türkçesiyle yardım istiyor ama kapılar yüzüne kapanıyor. Beni kapının önünde görünce iki üç merdiven çıkıp “Abe doğalgaz patlayacak, çocuklarım” dedi, kapıların neden yüzüne kapandığını anladım ve yalın ayak koştuk üçüncü kata. Kombiden kulakları sağır eden bir ses yükseliyor, gazı dışarıdan kapatıp kombiyi biraz inceleyince kombideki su basıncının yükseldiğini fark ettim. Su basıncını düşürdükten sonra kombi eski haline döndü. Odada korkudan saklanan çocuklar birer birer balkona doğru kafalarını uzatmaya başladı. Tam dört kardeşler, dördü de erken yorulan yüzleriyle yaşamaya devam ediyorlar.

“Abe ekmek yersin?” diyor en büyükleri, “Sağ olun eve geçeyim ben” diyorum ama ısrar edince ayıp olmasın diye kahvaltı sofralarına oturuyorum. Sevinçten neredeyse boynuma atlayacak çocuklar, kombi sorununu çözdüğüm için mi yoksa sofralarına diz çöktüğüm için mi bilinmez. “Abla, Muhammed Abi nerede” diye soruyorum ve bayram günü de çalıştığını öğreniyorum. Bir kerestecide sabahtan akşama kadar kereste indirip bindiriyor kamyonlara 900 lira karşılığında. Halep’te öğretmenlik yaptığını evinin, arabasının ve iyi de bir maaşının olduğunu anlatmıştı bir gün Muhammed, yeni boyadığım ayakkabılara bakarak. Şimdi oturdukları ev kira. Kira dediysem hayırsever bir büyüğümüz kendisinden çok cüzi bir miktar alıyor ve o parayla da zaten aileye çeşitli hediyeler alıp onları mutlu ediyor.

İkinci bardak çayı içmemek için direnirken “Abe benim iki çocuk daha vardı” diyor gözleri dolu dolu ve ağlamaya başlıyor. İnsan böyledir, dert içinde büyür büyür, anlatacak, taşacak yer arar ve patlar. En küçük oğullarını sünnet ettirdikleri günün gecesi, büyük bir patlama sesiyle uyandıklarını ve ikinci patlama sesinden sonra bir şey hatırlamadığını söyledi. O gece uçakların tepelerine bıraktığı bombalarla yaşadıkları bina çökmüş, en küçük oğlunu ve ailenin gülü tek kızlarını yıkıntılardan sağ çıkartamamışlardı.

Bu acı sohbetin sonunda kapıda çoluk çocuk beni uğurlarken “Abe Allah senden razı gelsin, Allah Türkiye’ye razı olsun, Türkiye başkanına razı olsun, siz olmasaydı bu çocuklar ne olacaktı” diye dört yavrusunu işaret etti elleriyle, iki evladını kilometrelerce uzağa gömüp bize Allah’ın emaneti olarak gelen anne.

Kalbi ve ruhu parçalanmış anneleri sahipsiz bırakmayan Türkiye’ye ve korkusuz milletine şüküler olsun.

4’üncü kat

Bomboş bir dairedeyim şimdi, az önce televizyon kanallarını güncelleyip Davut ve ailesinin hayır duasını kazanan ben değilmişim gibi sallanıyorum boşlukta. Yeni terk edilmiş evlerin garip bir türküsü olur, o türküye kaptırıyorum kendimi. Şu dizeyi de o günlerde yazmıştım sanırım: “Iskalıyor beni annemin duaları”.

Duvardan indirilmiş çerçevelerin bıraktığı ton farklılığı hüzünlü gelmiştir hep. Öyle bir hüznün karşısındayım şimdi. Zaman sanki o fotoğrafın ardına geçip dünyayı eskitememiş, her şey o çerçevenin duvara asıldığı gün gibi taze. Aynı mutlulukla gülümsüyor ev sahipleri, birazdan çıkıp gelecek kırmızı kazağıyla, uzatıp kitabı “sonunda çok ağladım” diyecekmiş gibi.

Pencere kenarında camı tutan macuna takılıyor gözüm, birkaç tırnak izi kalmış, derin bir kuyu gibi. Kim bilir hangi gece vakti, hangi olmazları düşlerken bıraktı o izleri.

Derken 5’inci kattan sesleniyor annem “Oğlum neredesin kaç saattir, çık gel eve hadi.” Diyemiyorum ki; “Anne gelemem, bir kuyunun en dibindeyim şimdi.”