#

KIRIK BİR KADIN KALBİNİN AĞIRLIĞI

I.

Mutfaktan salona geçerken aynadaki yansımasına göz ucu ile bir kez daha baktı. Başörtüsünü kaçıncı kez düzelttiğini kendisi de bilmiyordu. Kapı zili uzun uzun çaldı. Eşinin sesi diyafondan duyuldu:

  • Canım, acele edin! Otobüs gelmek üzere. Okulun ilk günü geç kalacak çocuklar.

Çanta, beslenme, kıyafet derken son bir kez daha kontrol etti çocukları. Ahmet artık büyüdü, altıncı sınıf oldu. Ayşe Hümâ’nın okuldaki ilk günü olacak. O çok daha heyecanlı. Eğilip yanaklarından öptü ikisini de. Hümâ’nın siyah gözlerine baktı, saçlarını okşadı ve kapıdan uğurladı.

II.

Minibüse binerken “bismillah” dedi. Bu sabah yapıp da besmele çekmediği bir şey var mıydı acaba? Bir terslik yaşanmasın diye kaç kez Felak ve Nas surelerini okumuştu akşamdan beri. Yetmemiş eşine de ayetel kürsi okutmuştu sabah çıkarken. Minibüste ayakta kaldı. “En azından sıkışık değil!” diye teselli etti kendini. Şimdi bunları düşünecek hâlde değildi. “Tutunacak bir yer olsun yeter!” diye içinden geçirdi. Bu son cümle ile beraber yüzünde derin anlamlar içeren bir tebessüm belirdi.

“HAYATA TUTUNAN KADINLAR! Güzel bir romanın sıkı bir başlığı olabilir.” dedi kendi kendine. İlk günün heyecanı olsa gerek hep kendiyle konuşmalara dalıp gidiyordu. Kendisi de hayata tutunmamış mıydı? Üniversite 3. sınıftan atılmıştı. Suçu çok büyüktü. Müslüman bir ülkede başörtüsü ile üniversite okumayı istemek gibi büyük bir cürüm işlemiş, yetmemiş bunu amden ve kasden ve dahi ısrarla tekrar tekrar dile getirmişti. Cezası fakülte sekreteri ve güvenlik güçleri tarafından, fakülte koridorunda tüm hocalarının ve arkadaşlarının gözleri önünde infaz edilmişti: Sürüklenerek çıkarılıp kapı önüne konulmuştu.

Sonra çok direndi. Hem o hem de arkadaşları. Oturma eylemleri, basın açıklamaları, sivil itaatsizlik… Ama olmamıştı. Kimselere bir şeyler anlatamamışlardı. En yetkili ağızlar, çok istiyorlarsa İran ya da Suudi Arabistan’a gidip orda eğitimlerini

tamamlamalarını salık vermişti. Sonra Şubat bitmiş, memlekete ilkbahar gelmiş, diğer arkadaşları ile birlikte 14 yıl sonra da olsa üniversiteyi bitirmiş ve diplomalarını almışlardı. Bu arada evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, çok farklı bir hayatı yaşamıştı.

Sert fren sesi ile sarsıldı ve minibüste olduğunu hatırladı. Sonra bu düşüncelerden sıyrıldı. Akşam birkaç kez tekrar ettiği konuya odaklandı. Bugün ilk ders günüydü.  Tıpkı kızı Hümâ gibi kendisi de okullu olacaktı bugün. Atandığı lisedeki bu ilk günün heyecanı çepeçevre sarmıştı bedenini. Lisenin önünde minibüsten indi. Gözlerini kaldırıp okul binasına baktı. Bahçe kapısından girerken kalbi dışarı çıkacakmış gibi hissetti.

III.

Yoklama kâğıdını imzaladı. Tüm gözler onun üzerindeydi sanki. Ayağı kalktı. Öğrenciler dikkatli bir şekilde onun hareketlerini takip ediyordu. Adını söyledi. Mezun olduğu üniversite ve fakülteyi ilave etti. Mezuniyet yılını ve daha önce çalıştığı okulu atladı. Biri zaten yoktu, diğerine ne diyeceğini kendisi de bilmiyordu henüz.

Sonra kalemi eline aldı ve tahtaya “Tarih nedir?” diye yazdı. Öğrencilere döndü ve şöyle dedi:

  • Tarih sadece hükümdarların ve büyük komutanların zaferlerinden ve mağlubiyetlerinden ibaret değildir arkadaşlar. Adını bile bilmediğimiz çok sıradan insanların hayatları da tarihtir. Her insanın hayatında zaferleri ve mağlubiyetleri vardır. Her insan bir “Varoluş ve Kurtuluş Mücadelesi” verir. Ancak birileri çıkıp da bu yaşananları kayda geçirince adına tarih deriz. Yani aslında bir sıradan insanın hayatı ile bir kralın hayatı arasındaki tek fark, kralın bir vakanüvisinin olmasıdır.

Tahtaya “vakanüvis” kelimesini yazdı. Tekrar öğrencilere dönmüştü ki sınıf kapısı sert bir şekilde çalındı. Tüm gözler bu defa kapıya yöneldi. “Girin!” demeye fırsat vermeden kapı hızla açıldı. Okul müdiresi ve yanında hiç tanımadığı takım elbiseli üç kişi. Onların arkasında iki kadın, iki erkek polis ellerinde copları bekliyorlardı.

Müdire hanım konuya doğrudan girdi:

  • Hoca hanım, sizden sınıfı boşaltmanızı istiyorum. Bu şekilde bu kıyafetle ders veremezsiniz.”

Birden ellerinin boşaldığını hissetti. Gözleri nemlendi. Belli belirsiz kelimelerle:

  • Ama yönetmelik değişti. Artık biz de…

Arkada duran takım elbiseli adamlardan biri elindeki kâğıdı uzatarak: “Hanımefendi zorluk çıkarmayın. Yönetmelik tekrar değişti.” dedi sert bir ses tonu ile. Öğrenciler şaşkın bakışlarla yaşananlara bir anlam vermeye çalışıyordu. Düşmemek için yaslandığı öğretmen masasından doğruldu. “Bir daha olamaz, bu kez izin veremem!” dedi kendi kendine. Kaşlarını çattı ve “Buna hakkınız yok!” diye bağırdı.

Adamlardan biri polislere “Çıkarın bu kadını sınıftan!” diye emir verdi. Polisler kollarından sıkıca tuttu. Karşı koymaya çalıştı. Kendini yere attı. Ama güç yetiremedi. Ayakları yerde sürükleniyordu. Bayılmak üzereydi sanki. Hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı. Etrafındaki sesler boğuklaşıp yankılanıyor, suretler belirsizleşiyordu. Müdire hanımın yüzü değişiyor orta yaşlarda bir sarışın kadın oluyor. Takım elbiseli adamın saçları dökülüyor, yüzü ablaklaşıyordu…

“Kemal Bey siz de yardım edin, atalım dışarı!” diyor müdire. “Polisler hallederler Nur Hanım, biz karışmayalım!” diye cevap veriyor öteki. Kapıdan çıkınca pencereden okulun bahçesine ilişiyor gözleri. Bahçe ağzına kadar üniformalı askerle dolmuş. Elleri tetikte, girişte iki tank, namlusu kendi sınıfına doğru çevrilmiş. “Aman Allah’ım! Olamaz! Hayır!” diye çığlıklar atıyor. Gözyaşları içinde yardım etmeleri için etrafındakilere sesleniyor. Kimseye sesini duyuramıyor sanki. Gürültüyle beraber diğer sınıflardaki öğretmenler ve öğrenciler koridorlara çıkıyor. Yüzlerine bakıyor ve yardım istiyor onlardan. Hepsi tepkisiz ve sinmiş bir şekilde olup bitenleri izliyor. Koridorun tavanları uzuyor, duvarlar eskiyor ve okuduğu üniversitenin koridoruna dönüyor. Merdivenler uzadıkça uzuyor, koridorun sonu karanlık hem de zifiri karanlık bir hâle dönüşüyor…

IV.

  • Canım aç gözlerini! Uyan hadi!

Seslenen eşiydi. Gözlerini açtı ve eşinin yüzünü görünce ona sarıldı. Elleri hala titriyordu. Gözyaşları içinde ve korku dolu bir ses tonu ile sordu:

  • Gittiler mi?”

Eşi usulca ellerini tuttu, gözlerine baktı:

  • Geçti canım, hepsi gitti. Kâbus gördün. Kalk abdestini al. Sabah namazı vakti geçecek!

Birden utandığını hissetti. Lavaboda aynaya baktı. Gördüğü rüyanın etkisi hala yüzündeydi. 14 yıldır hep böyle kâbuslar görüyordu. Bazen sınavlara giremiyor, bazen hapse giriyor, bazen işkence görüyor, bazen okula alınmıyor, bazen sınıftan atılıyor, bazen de sürgüne gönderiliyordu.

Ahmet ile Hümâ kahvaltıdan sonra okula gittiler. Sofrayı topladı. Solana geçti. Haberleri izlemek için açılan televizyonu kapatmak üzere kumandaya uzandı. Gözü ekrandaki habere ilişti. Ülkenin başvekili konuşuyordu:

  • Bizim dönemimizde darbecilerle hesaplaşılmıştır. Darbe dönemleri ile yüzleşilmiş ve mağdurlar haklarına kavuşmuştur. Türkiye artık daha özgür ve daha demokratik bir ülkedir…

Gazeteciler bu cümleleri kaydediyor ve tarihe not düşüyorlardı. Kâbusundaki dersini ve derste kurduğu cümleleri hatırladı. “Keşke dersi biraz daha geç bassalardı da vakanüvisi de gençlere anlatabilseydim.” deyip tebessüm etti. “Peki, Şubat geçti ise biz hâlâ neden üşüyoruz vekil bey?” dedi.

Bulaşık, çamaşır ve ütü işlerini bitirdikten sonra bir haftadır hazırladığı basın açıklaması metnini masadan alıp evden çıktı. Bir avuç arkadaşı ile beraber yıllardır yaptıkları gibi basın açıklaması yapıp yaşadıkları mağduriyetleri basına anlatacaklardı.