#

Bir Nuri Pakdil Okuması

İnsan dünyaya geldiğinde şaşkındır, zaman içinde bu şaşkınlık geçer ve bir anlamlandırma süreci başlar. İdrâkin aczini idrâk, idrâkin ta kendisidir bahsinden yola çıkan ademoğlu, varacağı noktayı ve bu noktadan sonra gerçekleşecek doğuşu; geçmiş bilgiler, matbu kaynaklar ve bağlı bulunduğu büyükler vasıtasıyla zihninde konumlandırıp bir hareket planı oluşturur. İçinde bulunduğumuz alem en küçük yapı birimine kadar bir sistem ve plan dahilinde işlemekte, hal böyleyken yaratılan canlılar içerisinde en akil olduğu bilinen insanoğlunun plansız yaşaması toplum için ya da düzeltelim ümmet için tahammül edilemeyecek bir vaziyettir. Bugün Türk ve Müslüman coğrafyasında yaşanan vahşet,  her kesimin plansız ve sistemsiz bir yaşam sürmesinin sonucudur. Tüm bu plan ve sistemin üzerinde muhakkak ki bir de yüksek kader mevcuttur. Alemlerin Rabbi, Hz. Muhammed (s.a.v) vasıtasıyla bizlere sunulan kutsal kitap Kuran-ı Kerim’de ahiret hayatının yanı sıra dünya hayatının da nasıl geçirilmesi konusunda çok kıymetli bilgiler sunar. Yaşanılan bu zillet, ümmetin kutsaldan uzaklaşması ve mana yerine maddeye sarılmasından kaynaklanmaktadır.

            Sahip olduğu insani özellikleri toprağın dibine gömüp üzerine de beton döken Batı, bu eylemi tüm dünya üzerinde karşı konulamaz bir çirkinlik ve zalimlikle sürdürmeye kararlı. Sürdürülen bu politikaya karşı çıkmak isteyen her fert bir şekilde yalnızlaştırılıp yok edilmeye çalışılmaktadır. Kendi sınırları dahilinde yeşermeye çalışan her fikri önce kendine benzetmeye çalışan, bunda başarılı olamazsa da çiçeğe duran o fikri topraktan köküyle beraber çeken bu yapı, özellikle Müslüman ülkelerde tutumunu her geçen gün kasıtlı olarak sertleştirmektedir. Gerek kendi eliyle gerekse atadıkları iktidar ve çeşitli sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla kendilerine tehlike olarak gördükleri her düşünceyi mimleyip düşman belledikleri bu fikirleri bir şekilde ülke gündeminden uzak tutmayı başarmışlardır. Atladıkları şey ise, hakikat dediğimiz ulviyetin unutulmasının ya da gündemden uzun yıllar uzak kalmasının imkanı olmadığıdır. Doğru bildiklerimizi öldürüp toprağa gömmeye ve üzerini örtmeye çalıştılar, ilk olarak inancımız gereği toprak altında maddeden ayrılan ruhun gerçekliği ikinci olarak da gömmeye çalıştıkları hakikat gölgesinin her seferinde toprağın üzerine vurduğunu, ne kadar toprak atıp beton dökseler de hakikatin her daim kötülükten üstün olduğunu tahmin edemeyip yanıldılar. 

            Nuri Pakdil işte bu hakikatin Ortadoğu’ya yansıyan yüzüdür, onun yerliliği bu topraktan olmayan birçok kimseyi rahatsız etmektedir. Düşüncelerin ve duyguların sürekliliğinin yazı yoluyla sağlandığına inanan Pakdil, ağacın nasibi ölçüsünde çiçek açmaya mükellef olduğu gibi yazarın da hak ve hakikat için cümle kurmakla mükellef olduğunu söylemektedir. Söz toplumların şahdamarıdır ve Allah bize şahdamarımızdan daha yakındır, demek ki Müslüman bir yazarın söz ve yazı ile kuracağı bağ öncelikle Yaratıcısını anmak ve fikri  haritasını bu temel üzerine inşa etmesini gerektirmektedir.  Bu temel sağlıklı bir biçimde inşa edilmemişse eğer, kişi ömrünün belirli dönemlerini büyük sancılar ve sallantılar ile geçirmeye mahkum olacaktır. İnsan ancak kutsal kitaba şartlanarak varoluşunu süreklendirebilir, Peygamber’e ve onun kurduğu mutlak düzene çelik bir yürekle bağlanmadan sürekli bir varoluş düşünülemez.

Nuri Pakdil’in kaleme aldığı; Biat I (1973), Biat II (1977),  Biat III (1981) Allah’a bağlılığın ve bu bağlanmanın peşi sıra gelen Müslümanca yaşamanın incelikleri hakkında kılavuz işlevi gören kıymetli kitaplardır. Bahsettiğimiz, Hz. Peygamber ve onun izinde sürdürdüğümüz hayata biat etmek vazifemizdir, en geniş anlamıyla Batılı yazarların, Marksçı yazarların, bunların uyduları olarak görülen ülkemizdeki yazarların en büyük yanılgıları, en soyut anlamıyla biat gereğini duymamaları olduğunu düşünen Pakdil biat olmadan insanın, eylemin, düşüncenin ve edebiyatın muallakta olduğunu söyler. Tüm bunların ışığında şöyle diyor Pakdil: ‘’Gençlik dönemini aşıyorum. Okuduğum kitapların hepsinde hiçbir ayrım yapmıyorum ama hepsinde, ‘melekler’den, ‘kutsal kitaplar’dan, ‘peygamberler’den, ‘alın yazısı’ndan, ‘dünyanın sonu’ndan, ‘ölümden sonra dirilme’den, yadsında da bunlar kabul edilse de, bir çizgi, bir işaret vardır bunlardan. Bunlarsız edemiyor kalem. Kalem, bağlı bunlara’’ (Biat I, sayfa 12)

Nuri Pakdil, tüm bu teknolojik gelişmelerin ve imkanların insanları nasıl kıskıvrak yakaladığını, tükettiğini söyler her fırsatta. Ona göre yaşadığımız çağ pas tutmuştur artık, teknoloji faydalarıyla beraber korkuları da getirdi hayatımıza ve yazar güzel olanı anlatmak yerine bu korkuları kaleme alma çaresizliğiyle baş başa bırakılmıştır. Allah düşüncesinden uzaklaştığı oranda korku artmıştır insanda. Allah düşüncesi, insanın içinde korku ile korkusuzluk arasında bir denge sağlamakta ama makina bu dengeyi bozmuştur. Çünkü insan, kendi yaptığı makinayı Allah yerine koyarak onun kölesi olunca herhangi bir ruh barındırmayan makina insanı korkutup yalnızlaştırdı. Modern medeniyetin gururla bahsettiği hız, ilerleyişe değil birçok buhranlı insanın doğmasına neden olmuştur. Psikiyatrinin son dönemde tanımladığı hastalıkların çoğu yalnızlık ve teknoloji odaklıdır, yapılan çalışmalar, yazılan tezler hatta üretilen ilaçlar teknolojinin doğurduğu bu korkuyu bertaraf etmek için kullanılmaya çalışılıyor. Ellerimize, kucağımıza ve masamızın üzerine bırakılan aletler bizi iyi olandan uzaklaştırırken kötü olanın kölesi haline getiriyor. Ağaca iple bağlanmış ve hareket alanı sınırlı dört ayaklı bir hayvan düşünün bir de şarj kablosuyla prize bağlanmış insanı, arada çok fark yok değil mi?Edebiyat Dergisi’nin Ekim 1975 tarihli sayısında İtalyan Türkolog Bayan Anna Masala ile bir söyleşi yapılır. Söyleşinin konumuz ile ilgili kısmı ve can alıcı noktası şu: ‘’Bir elektronik beynin insan olacağını sandık, inandık da buna. Oysa bir elektronik beyin insan olamaz. Batı uygarlığının trajedisi budur. Çünkü makinanın metafiziği yoktur. Metafizik yolundan çıktık. Makinanın ilahi olduğunu, ebedi olduğunu sandık. Sonra anladık ki, makina bile bozulur. Bir idolümüz, bir putumuz yere düştü.’’