BU DUVARIN ARDINDA NE VAR?
Hayatın kendine sakladığı sokaklardan geçiyorum. Her geçen gün, kendi içinde bir düğüme bağlanarak çözülüyor ve ne kadar istesem de bazı şeylere bir sonuç bağlayamıyorum. Bu sonuca odaklı bakışların altında yatan serzenişimin iplerini üstüme gere gere yürüyorum. İnsanlar umuda bel bağlayıp bekliyor günler öncesinden günün geçmesini, oysa yaşamak henüz bitmedi. Bir arzunun derinliklerinde kaybolmaya kendimi adayıp insanın sokağa attığı ilk adımı düşünüyorum. Uzun soluklanmalarla tenime işleyen merakın ve kuşkunun kendi içinde birleşmesini izliyorum. Antik çağlara dek uzanan bu yolculuğun, mefhumlara gömülmüş dünün ve ertesinde beklenen yarının bize bırakacağı kalıntılarla süzülen bu ibriğin başına oturuyorum. Sokaklar diyordum ya, işte bu sokaklar bizi biz kılan şehrin kırıntıları, biz de o kırıntıların arasında kaybolmayı umarak şehrin kuytu köşelerine saklanıyoruz. İnsanı kendi içine bağlayan daralmaların, çözümlenmesi zor gelen sorunların ardında yatan sözleşmenin, kaosun ertesindeki yazgımız bize kendini gösteriyor.
Toplumun içinde erimeyi göze alan herkesin içinde sakladığı bir umudun kıpırtısını taşıyorum. Geceyi duvarlara bakarak kendimde saklıyorum. Bunlar yaşanırken içimde, benliğin duvarlarından bize tırmanıp kimsenin birbirinden farkı kalmadığını hissederek kendimize kısa cevaplar veriyoruz. Oysa her şeyin bize sunulduğu kadar olduğunu bilmemize rağmen yine bu sonuca koşullanarak hakikate burun kıvırıyoruz. İnsanların karşımızda göründüğü kadar olduğunu düşünmek döngünün kısırlaştığı noktaya varıyor. Duvarın önünde dikilmemize rağmen gözlerimiz duvarı görmüyor. Hep onun yokluğuna dayanarak kuruyoruz bütün cümlelerimizi, onu bu denli hiçe sayışımızın ardında kalan yine kendimiz oluyoruz.
Duvarı fark edenler yahut duvara çarpıp yürümeye devam etmek isteyenlerin içinde büyüyen merak, duvarın örtüsüyle bir noktada bağdaşıyor. Bunu somutlaştırmak gerekirse duvarın, bir sandık olduğunu düşündüğümüzde karşımıza içindekinin ne olduğunun merakıyla ona doğrulan ve sadece içinde ne sakladığını görmek isteyen bir grupla karşılaşıyoruz. Eğer sandık yarısına kadar açıksa bu merakın daha da kuvvetlendiğini görüyoruz. Sarihin peşinden koşmayı bırakıp hep aynı duvarlara gözümüzü dikiyor ve önünde bize yol vermesini bekliyoruz. Bu beklenti bizden kaynaklanıyor ve biz her seferinde bireyin ortaya çıkışını kısıtlayarak kana karışan mikrop gibi topluma sürüklenmesini istiyoruz. Duvar yine bize sırtını dönüyor, beklemek için harcadığımız vaktin değerini anlayıp vazgeçmeyi yol bileniyoruz. Bilmiyorum, belki de bana öyle geliyor olabilir. İnsanın içinde taşıdığı yük gözükmedikçe bunu algılamakta zorlanıyorum. Kavramlara erişmekteki zorlanışım da buradan kaynaklanıyor sanırım.
Agoranın doğuşuyla şekillenen hâl ve tavrın arkasında farklı nedenler de yatabilir. Ancak kanıtlar gösteriyor ki agoradan önce inşa edilen tapınakların bizi birleştirdiği sonucuyla yüzleşmek insanın henüz duvar kırılmadan hiçbir yere ayrılmaması gerektiğini bize gösteriyor. Ardında bir şehrin büyüdüğü; kadınlar, erkekler ve çocukların filizlendiği ilkeler ve örfün ve âdetin tohumlarının atıldığı yerde duvar gittikçe kalınlaşıyor. Kurallar bizleri hakimiyeti altına aldığında, incelen zarların kaldığı yerden kalınlaşmaya başladığını hissedebiliyorum. İçtimai hayatta birbirimize sunduğumuz, düşünceler ve duyusal kavrayışın özünde büyüttüğü bu anlamla kendimize çekidüzen vermeyi öğütlüyoruz. Düzenlenme isteğinin kurallara yansıyışı insanı tedirgin etmiyor. Görmek, duymak ve hissetmek adına duvarın yıkılmasını bekleyenler şehrin kapısından içeriye giremiyor. Onları kasabalarına yahut köylerine uğurluyoruz.
Sokağın her rengiyle büründüğü günlerde evlerin içinde kalan, dışarıya taşmayan haberlerin yollarını gözlüyorum. Sorgulamanın haddinin bilinmediği bir çağda yanlış eğilimler gösterdiği düşünülen sürünün, çobanlardan bir farkının olması gerekir elbet, bunu inkar etmek henüz mümkün gözükmüyor. Öyleyse her bireyin kendini öne çıkarmasına da gerek kalmıyor diye düşünebilirsiniz, bunu size bırakıyorum. Hâlin şekil verdiği ana odaklanmayı bir kenara bırakıp ilkelerin çiğnenmemesi gerektiğine inancını sürdüren ve bundan bir an olsun vazgeçemeyen bir nevi değişimin önüne set kuran insanlar ve onların karşısında değişimin kurtuluş olduğuna inananlarla bir arada yaşıyoruz. Bu birlikteliğin bizi sürükleyeceği yolların sonunda olabilecek her şeyin korkuyla beklendiğini görüyorum. Duvar hep aynı yerde kalıyor; insan insana kandaki mikrop kadar karışsa da duvar hiçbir yere gitmiyor. Sadece değişimin tesiriyle duvarın yıkıldığını sanıyoruz. Oysa duvar hep içimizde bizimle kalmaya devam ediyor.
Süleyman Yılmaz