#

CUMA GÜN’Ü

   Bugün günlerden cuma ve boşa geçen her saniye tatilimden gidiyor. Pazartesi saat 09.00’dan cuma 14.30’a kadar süren esaretim son buldu. Bu sevinçle okuldan eve kadar koşarak geldiğimi, kapının önünde zile basacak gücüm kalmadığında anladım.

     Hemen karnımı doyurup bilgisayarımın başına oturmak gibi planlar yaparak merdivenleri çıkarken, yükselen kadın kahkahaları beni tedirgin etmeye başladı. Daire kapısının önüne vardığımda büyük bir hayal kırıklığına uğradım. 35’ten 40’a kadar bütün numaralardan en az iki çift, parlak taşlı, yüksek topuklu onlarca ayakkabı duruyordu. Yanlış kapının önünde olup olmadığımı büyük bir umutla kontrol ettim. Ve sonra acı gerçekle yüzleştim: Korkutucu bir topluluk, kutsal günüm olan cumada gün yapıyordu.

   Annem kapıyı açtı, her zamankinden farklı bir karşılamayla yanaklarımı ıslak ıslak öptü, sıkı sıkı kucakladı. Fiziksel olarak benimle olsa da tamamen içerideki kadınlarla ilgileniyordu. Ellere ana oğul ilişkimizi kıskandırmak istiyordu anlaşılan. Onu bu oyununu bozmadan sakince mutfağa çağırdım. Sinirli bir hâlde neden bu kadınların burada olduğunu sordum. Amacım cevap almak değildi, zaten her şeyin farkındaydım ama bir şekilde öfkemi kusmam gerekiyordu. Ağzıma yaptığı poğaçalardan birini tıktı. Sus demenin en lezzetli hâliydi bu.

Evdeki külotlu çorap kokusundan mutfaktaki yemeklerin kokusunu alamamıştım. Ağzımdakilerle birlikte olayları da sindirip tatilimi olabilecek en verimli ve bilgisayarlı şekilde planlamaya çalışacakken annem elimden tutup salona götürdü beni. Bir anda onlarca kadının odak noktası oldum.

   Hepsinin elinde tepeleme dolu tabaklar vardı. Annemin bir hafta önce, apartmanda kat kat göbekle dolaşan ve suçu sadece hamarat olmak olan ne kadar komşu varsa hepsini eve toplayıp babamın yeni aldığı 180 ekran ultra HD akıllı televizyonun tanıtımını yapmak için “Kızlar Ebru Şallı’yla bir haftada tığ gibi olacağız.” diye uydurduğu kılıfa muhatap aldığı o kadınların çoğu karşımda, Ferhat’ın dağları delmesi gibi tabaklarındaki kısır tepelerini büyük bir aşkla mideye indiriyorlardı. İçlerinden biri, bileklerinden dirseklerine kadar, yıllardır yastık altında ne kadar altın, zincir, bilezik varsa hepsini üst üste takmaktan kaşığı ağzına zor götürüyordu. Yine de büyük bir azimle, döke saça tabağın yarısını kendisi yarısını halı yerken, annemin bin bir çile ile arayıp bulduğu, civarın en iyi yıkamacısında bilmem kaç paraya yıkattığı canım halısına acıyarak baktığı gibi bana baktığını hatırlamıyorum.

   Aynı anda bir salonda sekiz farklı sohbet dönüyordu. Çoğu akraba olmayan bu kadınlar, kaynanadan tutun görümceye, hatta kocalarına kadar birçok şeyi birbirlerine şikâyet ediyorlardı. Üstelik bu şikâyetler, okutsalar psikolog olacak potansiyele sahip, diğerlerinden yaşça büyük dolayısıyla hayatın sillesini daha çok yemiş, mahallenin Güzin ablaları tarafından çözüme kavuşturuluyordu. Komşular, aralarında kurdukları, tıkır tıkır işleyen bir sistemle kendilerini iyi etmeyi başarıyorlardı.

   Annemin daha dün yemek yaparken arkasından atıp tuttuğu komşumuz Gülten teyze ile bugün sıkı fıkı olmasına, gördüğüm onca şeyden sonra şaşıramadım. Ev sahibi olmanın bir şartı mı bilmiyorum ama annem herkesle iyi anlaşıyormuş gibi yapıp sekiz farklı sohbetin sekizini de dinliyor, anlıyor ve yorum yapıyordu. Ayrıca sohbet esnasında çay bardaklarının boş kalmasına asla izin vermiyordu. Yeni gelin olduğunu tahmin ettiğim genç bir kadın çayları doldurma teşebbüsünde bulunduğunda, annem düşmanca bir bakış atarak “Sen yorulma hayatım.” dedi. Biraz daha ısrar etse kadını parçalayacaktı. Kimseyi mutfağına yaklaştırmaması, burası benim çöplüğüm demek gibi bir şeydi sanırım.

   Haftanın yorgunluğunu yaşayan bir öğrenciye bu kadar karmaşa fazlaydı. Hiç konuşmadan odayı terk edecekken annem omuzlarından “Bu misafirler elbet gidecek.” der gibi tuttu. Ortamdan kurtulmak için bir tür sihre ihtiyacım vardı. Mümkünlüğü ile ilgili fazla düşünmeden kendi yararım için itaat etmem gerektiğine karar verdim.

   Hepsinin üzerinde falanca yerden aldım diye bağıran, kimisinin “Ay etiketi orada mı kalmış?” pozlarına girdiği abartılı kıyafetleri, birbirleri arasında kıskançlık sebebiydi ve bu durum beni çok korkutuyordu. Olası bir itişmenin ardından söylenecek “Kim vurduya gitti gariban.” cümlesinin öznesi konumundaydım. Kaçmak için yaptığım her harekette, vücudunun %80’i hamur işi olan kadınlarla karşılaşacaktım. Üstelik hepsinin ayağında misafirliğe götürmek için özel olarak alınmış, üzeri parlak, tüylü, yürürken topukları ben geliyorum diyen terlikler vardı. Bütün bu ihtimaller sebebiyle yeniden kaderime boyun eğdim.

   Çok geçmeden annem amacına ulaşmak için harekete geçti. O ayı oynatıcısı, ben de onun esiri gibi hünerlerimi sergiliyordum. Orada bulunan bütün kadınların çocuklarından daha muhteşem olduğumu kanıtlamalıydım ki meşhur “komşunun oğlu” ben olayım. Eğer bunu başarırsam, eminim annem matematikten 100 aldığımda olduğundan çok daha fazla gurur duyacaktı benimle. Sorular Osmanlı’nın Bizans’ı topa tutması gibi ardı arkası kesilmeden geliyordu. Bu savaşı kazanmamın zaten imkânı yoktu ama en az zararla kurtulmam için soruları iyi dinleyip “Ne söylersem annem daha mutlu olur?” diye düşünerek cevaplamam gerekiyordu. Sorsanız 7 kere 8 için uzun bir süre düşünebilirdim ama bu sisteme annemin ayağındaki 5 cm topuklu, hem şık hem sportif ev terliklerinin teşvikiyle çabuk adapte oldum.

   Nihayet boncuk boncuk terlediğim, varlığından hiç haberimin olmadığı onlarca özelliğimi sıraladığım mülakat sona erdi. Beş yaşında gittiğim jimnastik kursundan okuldaki notlarımın yüksekliğine, hayatımda başarının b’si geçen ne varsa hepsini anlattım. Annem memnun bir ifadeyle “Çekilebilirsin.” der gibi baktı. “Peki, sultanım.” deyip geri geri odadan çıktım.

Esaretim bittiği için çok mutluydum. Mideme oturan poğaçaların yerini almaları için karnımı annemin yaptığı harika yemeklerle doyurdum. Gecikmeli de olsa okuldan dönünce yaptığım plan gerçekleşmeye başladı. Hemen odama gidip üzerimi değiştirdim. Hafta içi yasak olan bilgisayarımla hasret gidermeye başladım. Benim de Güzin ablam o, ne derdim olsa çözmeye bir dizüstü bilgisayar yeter.

   Okulda arkadaşlar arasında zaferlerimden, seviyemden ve servetimden ötürü çok büyük saygı gördüğüm oyunun heyecanına kapılıp dünyadan soyutlanmışken annem odadan içeri girdi. Küçük bir çocuğun elinden tutuyordu. “Oğlum biraz da kardeş oynasın.” demez mi? O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Ne kadar “Oyun durmuyor, ona göre oyun yok bende!” diye söylensem de mecbur hayatımın anlamı, biricik bilgisayarımı misafir çocuğunun kaba ellerine teslim etmek zorunda kaldım. Bilgisayarın karşısına oturduğunda, bir oyun kralının her şeye yeniden başlamasını sağlayacak potansiyeldeydi.

Sabanur GÜMÜŞ