#

GÖZLERİN İKİ PARLAK YILDIZ, GÖZLERİN KİMSENİN GİDEMEYECEĞİ İKİ GÜZEL ÜLKE…

Bir çift göz arıyorum.

Bir çift el…

Bastonunu, derisi buruşmuş elleri, uzun, ince parmaklarıyla çenesine dayamış; bütün aile efradının başında âdeta kendisine emanet edilen bir emaneti koruyan bekçi titizliğiyle bekleyen birini arıyorum.

Bilmiyorum, o günlerdeki heyecanımı şu an ne ile karşılaşsam aynı şekilde duyarım; nasıl kapılırım o coşkuya. Neyi görecek yahut neyi bekleyecek olsam gelir o heyecan bana, inanın bilmiyorum.

Büyüklerimiz hep geçmişi anlatır ya. “Ah o günler… Zordu, yokluk vardı ama huzur vardı, bereket vardı be yavrum. Bir çatının altında bütün aile kalırdık ama yine de gelene yerimiz vardı. Ne günlerdi, çok özlüyoruz.” Belki de daha fazlası… Bir gün benim de geçmişimi bu denli özleyeceğim ve hatta “Ah o günler…” diye iç çekeceğim hiç aklıma gelmezdi.

O gecenin sabahına uyanacağımız için farklı bir heyecan olurdu. Günler öncesinden elbiselerimizi ayarlar, hazırlıklarımızı yapar ve “o gece”nin sabahını beklerdik. Sabah ezanının bir taraftan yüreklere ferahlık veren sesiyle diğer taraftan seher vaktinde hissettirdiği o tatlı ürpertisiyle açardık gözlerimizi güne. Gözlerimiz bir yandan babamızın camiden gelmesini, diğer yandan kapımızın önünden geçecek olan kırmızı arabayı beklerdi.

Evimizin önünden camiye giden bir yol vardı. Araba oradan geçince anlardık ki namaz vakti yaklaştı. Büyük dedem yani babamın dedesi -ki biz ona Hacı dede derdik- torununun arkasında saf tutmak niyetiyle babamın camiine gelirdi. Amcam ve dedem bu yoldan geçtiğinde bizdeki heyecan ikiye katlanırdı. Bayram namazı kılınır, cemaatle bayramlaşılır ve artık sıra bize gelirdi. Amcam, babam ve Hacı dedem bizdekinden farklı olmayan bir heyecanla kapıyı çalar; dedem zaten küçük olan gözlerini daha da kısarak güler; “Haydin kuzularım, bayrama gidiyoruz, bayrama!” diye seslenirdi. Onun bu seslenişiyle zaten çoktan hazır bekleyen ben, annem ve kız kardeşim hemen çıkardık evden. Bütün aile toplanmış olurdu. Amcalarım, yengelerim, kuzenlerim, babamın amcası ve onun aile efradı…

Dedem -babamın babası- ve kardeşi aileleriyle beraber zamanında köyde aynı evde yaşamışlar. Aynı tastan çorba içip aynı ekmeği bölüşmüşler. Bazı geceler birlikte aç yatmışlar. Kardeş gibi büyümüşler kuzenler birbiriyle. Bundandır ki bayramlarda hep beraber Hacı dedemin dizinin dibinde toplanırdık. Dedemin eve girmesiyle sofra hazırlıkları hızlanırdı. O başköşeye geçer, ailemizin büyükleri ve erkekleri onun iki yanına dizilirlerdi. Kadınlar ve çocuklar yer sofrasına otururdu. Oturmaktan ayaklarımız uyuşurdu, dizlerimiz birbirine yapışırdı. Kiminin yarısı sofrada yarısı sofranın dışında kalırdı. Sofradaki her şeye uzanamazdık belki ama doyardık. Çok geniş yerlerde oturmuyorduk belki ama rahattık. Hacı dedemin riyasetinde geçirdiğimiz bayramlar başka değil bambaşkaydı.

Hacı dedem hayattayken önce evlâdını yani dedemi aradan altı ay geçmeden de yol arkadaşını ebedî âleme uğurlamıştı. Hüznü kalbindeydi. Ne acılar görmüş, geçirmişti kim bilir. Eski topraktı, hakikatli adamdı. Anadolu irfanına sahipti. Bizi karşısına alıp söylediği her söz bugün hayatımda bir davranışa dönüştü elhamdülillah. “Terbiye aileden gelir. Edep ailede öğrenilir.” sözleri bana hep onu hatırlatır.

Kaç bayramım geçti onunla bilmiyorum. Ama ellerini bastonuna, bastonunu çenesine dayayıp torunlarının kurban kesişini izlediği o günü hiç unutmuyorum. Yakın-uzak demeden bütün akrabamızı ziyaretimize vesile olduğu günler hatırımdan hiç çıkmıyor, çıkmasını da hiç istemem.

Bundan yaklaşık on beş sene evvel bir sonbahar günü, dökülen yapraklar misali takvimden koparılan bir yaprak gibi ayrıldı Hacı dedem aramızdan. Bir gün kuşkusuz hepimizin gideceği o beldeye ulaştı. İnşallah rahmeti Rahman’a kavuştu.

Yaklaşık iki hafta evvel kardeşimle beraber yürürken yolumuzun üstünde dükkânı bulunan Ahmet amcamıza selam verip geçmek istedik. Ahmet amca, dedelerime çok benzettiğim iyi yürekli, temiz bir insandı. Niyetimize binaen dükkânın önüne gelmiştik ama dükkân kalabalık, Ahmet amcamız da yoğun olduğu için daha sonra geliriz düşüncesiyle geçip gittik. Bir hafta sonra gelen telefon hayatta bir selâmı dahi ertelemeye vaktimizin olmadığını bir kez daha gösterdi bize:

“Dün gece aniden rahatsızlanmış, kurtaramamışlar. İnna lillah ve inna ileyhi raciun…”

Ahmet amcamız da bir dedeydi, onun da son gördükleri ziyaretine gelen torunları olmuştu. Kim bilir hangi mutlulukları bırakmıştı onların kalbinde ve hangi özleyecekleri günler kalmıştı “ah o eski günler”inde.

Zamanla ailelerimiz genişledi, evlerimiz genişledi. Azlarımız çok, yoklarımız var oldu. Lâkin dedem ve beraberindeki muhabbetin tadı hiç gelmedi.

Bayramlar çok hızlı geldi ve çok hızlı geçti. Herkes bir an evvel kendisiyle baş başa kalmanın derdine düştü. Sılayı rahim mi? Siz de pekâlâ biliyorsunuz ki “modern zaman ve modern meşguliyetler(!)” bırakın sılayı rahimi, kendi iç dünyamıza yolculuğa bile pek müsaade etmiyor. Gençlerin canı hem çok yere gitmek istiyor hem hiçbir yere gitmek istemiyor.

Bu sayının konusunun “gençlerin mekânları” ile alakalı olacağını öğrendim ve ben de genç olarak gitmek isteyip de sonradan belki de gidemeyeceğimiz bir yeri yazmak istedim: Aile büyüğü evi, dede evi. Ne derseniz adına. Şimdi düşünüyorum da ben çocuk aklımla onca heyecanlanıyorken kim bilir dedem ne kadar mutlu oluyordu bizi yanında görünce. Nasıl umutla ve heyecanla bekliyordu o da ‘o gecenin sabahı’nı.

Ben nasıl ki bugün geçmişimi özlüyorum, sen de bugünü yıllar sonranın geçmişi olarak özleyeceksin. Pişman olmamak ve pişman ölmemek için gidilecek yerler listene dedeni, babaanneni, anneanneni, akrabalarını da ekle. Bayramda onların gözüne ve gönlüne bir umut olmak biraz da senin elinde. Yarın hepimiz için çok geç olabilir. İşte ben bugün;

Bir çift göz arıyorum.

Bir çift el…

Bastonunu, derisi buruşmuş elleri, uzun, ince parmaklarıyla çenesine dayamış; bütün aile efradının başında âdeta kendisine emanet edilen bir emaneti koruyan bekçi titizliğiyle bekleyen birini arıyorum.

Eğer bulsaydım onu, aradığım o bir çift göze şunu söylerdim:

“Gözlerin iki parlak yıldız, gözlerin kimsenin gidemeyeceği iki güzel ülke…”