#

İdareli Bir Hayal

Ne mutlu ki hâlâ çocuklar var. Sahi siz hiç çocuk oldunuz mu? Zamanından çok çok önce büyütülen ve sera tadından yenmeyen çocukluklar var artık. Annelerin makyaj yapıp düğünlerde orta yere salıverdiği, bayramlarda takım elbisenin içine zorla sokulan ve masumluğu erkenden kaybolan çocuklar… Para ne kadar da sırıtıyor çocukların taze gövdesinde ve ne kadar suni duruyor hazır mamalar annelerin ellerinde.

Masumiyetin müzelik olduğu zamanlarda saflığın adresi sadece hayvanlardır. Ama sadece sokakta yaşamasına “izin verdiğimiz” hayvanlar… Zira bazı insanlar para için insanlıktan çıkarken ya da parası olmadığı için hayvan muamelesi görürken hayvan, para sayesinde insan muamelesi görebilir. Bir sokak çocuğu haykırmıştı yıllar önce, arabanın içinden kafasını uzatmış bir köpeğin bile bir evi olduğunu fark ettiğinde. Sokağı çocuğun sıfatı yapmak ne kötü şey. Güzelim muhallebi bile acılaşır çocuğun sıfatı olduğunda. Allah’ım, şu kötülükler ne sıfatsız bir şey.

Okulun kapısında bekleyen bir çocuktu o. Evet çocuktu. Eminim buna. Yanından geçip giden insanlar, çocuklarını sokaktan kaçırıveren insanlar, sokağa az temas etmenin ayrıcalık olduğunu haykıran arabalı insanlar… Hepsi geçip gidiyordu yanından ve hepsi çok büyüktü. Bir o, çocuktu o okulda. Geç kalmış kışın ürpertici soğuğuna hazırlıksız yakalanmış bir hayat ve çocuk öylece kalakalmıştı okulun kapısında. Onu kurtarmaya gelen kimse yoktu ortalarda. Çocuk, yanından uçup giden insanlara, varoş mahallelerde dağıtılıp kapışılan erzak gibi kollarından tutulup modern kulelere, sitelere kapatılmak için götürülen arkadaşlarına baktı, baktı. Bir de ne görmesin? Anne ve babasının vuslatından sonra yalnız başına bir yerlere tutunup tutunduğu dalı da günü geldiğinde bırakıverdiği günden beri yalnız, yalnız ve yalnız. Bir ağacın dalından düşüveren ve artık tek başına filizlenmesi gereken bir tohum gibi yalnız.

Gözleri “Varsın etrafta kimseler olmasın, sen varsın ya güneş.” der gibi güneşi aradı. Öyle ya umut, bayramda bir türlü erişilemeyen çikolatalar gibi hep yükseklerde değil midir? Çünkü değerlidir. Çocuk, güneşin o umudun gerçekleşeceği gün için doğup battığını bilir. Bir umut uğruna ya Rab, ne güneşler doğuyor, kim bilir? Çocuk sonra bir de ayaklarına baktı. Belliydi, bu kış bu delik ayakkabılar onu hiç mi hiç yalnız bırakmayacaktı. Ayakkabının deliğinden görünen kirlenmiş çorabını saklamaya çalışırken içinden bir olsun geçirdi. Olsundu. Sahip olmadığı, hiç olamayacağı ve güneşin o umut için hiç doğmayacağı her gün için kocaman bir “Olsun!”

Okul boşalmak bilmiyor, çocuk da bitmeyen bir umutla beklemeye devam ediyordu. Kimi bekliyordu? O da bilmiyordu. Umut değil miydi fakirin payına ekmek diye düşen zaten? Oysa onun canı, ekmek değil umuttan medet umarak köfte ekmek istiyordu. Ceplerini yokladı, cebinden pembe bir kâğıt çıkardı. Bu bir loto kuponuydu. Babası, gün gelip de onu rahat döşeklere düşüverecek bir uzun atlamaya bel bağlamıştı, her zaman loto oynardı. Ama her seferinde yere çakılır, umutları toza toprağa karışırdı. Çocuk, matematik dersinde bol bol toplayıp çıkardığı bu sayıların, babasını üzmesine çok kızardı. Zaten o da Matematiği değil Türkçeyi severdi. Nitekim sayıların üzdüğü babasını teselli eden tek şey kelimelerdi: “Olsun baba, üzülme, bir dahaki sefere…”

Yoksulluk çirkindir ve çirkin insanların çoğu yoksuldur. “Bakımsız kadın vardır, çirkin kadın yoktur.” diyenlerin de yoksulluktan haberi yoktur. Çirkin olanlar her şeye uzaktan bakan, kendilerine ise bakamayan yoksullardır. Evet, yoksulluk çirkindir. Gazeteler, hastanenin kabul etmediği hasta çocuğu kucağında ölen ve hastanenin bahçesinde objektiflere yakalanmış çirkin ve zengin bir annenin fotoğrafını henüz yayımlamamıştır. Hiçbir zengin, çöp atmaz; temizlik yapmaz. Zenginler hayatta saklanması en zor şeyin yoksulluk değil para olduğuna inanırlar. Doğrudur, yoksulluk gibi para da saklanamaz. Ne de olsa para demir kasalarda, bankalarda da olsa çalınır. Oysa söylendiği gibi hayatta en değerli şey huzursa ve parayla saadet olmazsa hırsızlar yanlış yerde yanlış şeyi mi aramaktadır? Bir gün hırsızlar sadece huzur çalsa kaç zengin huzursuz olur acaba? Evet, yoksulluk çirkindir. Yoksulluk, bir çocuğun elini babasının cebine gizlice sokturacak ve babasının cebinde loto kuponundan başka bir şeyin olmadığını fark ettirecek kadar çirkindir.

Çocuk, akşamdan cebine sıkıştırdığı loto kuponunu çıkardı, duvarın dibine oturdu. Babası bu rakamlardan ne çekmişti. Ne olurdu sanki bir kez olsun babasının istediği şekilde sıraya girselerdi? Mesela kendisi istemeye istemeye sınıfta en ön sıraya oturuyordu. Madem bu iş sayılarla olmuyordu bir de kelimeleri denemeliydi. Babasını teselli eden kelimeler… Canı köfte ekmek istiyordu. Babasının, sayıları işaretlediği gibi o da gözüne kestirdiği sayıların üstüne k, ö, f, t, e harflerini yazdı. Köfte, ekmeğe katık edilmeliydi ama ekmek yazmaya gerek yoktu ki. Zaten çoğu kez evlerinde sadece ekmek olurdu. Tüm kolonlara köfte yazmalıydı: K, ö, f, t, e.

Birden kafasını kaldırdı. Okul bahçesi bomboştu ama bulutlar güneşin önünden çekilmiş; güneş, çocuğu eve götürmek için geri gelmişti. Güneşten güzel ve güneşten başka yoldaş var mıdır hem yolcu olana?

Kalktı, kuponu cebine soktu, ayakkabılarına baktı, ayakları üşüyordu ama güneş çıkmıştı ya bir kere. Güneş, köfteyi pişiremez miydi sahi? Pişirirdi tabii, hem de milyonlarca, milyarlarca köfte… İçi, sıcacık olmuştu.

Yol ne çabuk bitmişti. Ama milyarlarca köfte bitmezdi ki. Ye Allah ye. Yine de idareli olmalıydı, annesi hep öyle derdi.

İdareli bir hayâl ne hayâl edilemezdir oysa.

Eve geldi, annesi evde yalnızdı, akşam için yetiştirmesi gereken el işi siparişiyle uğraşıyordu. Zaten bu siparişler de hiç bitmiyordu. Çocuk, bu güzel hayâli bir an olsun unutmamak için annesiyle konuşmadı, bir şey yemek de istemedi. Ne mutlu ki hayâller bedavaydı. Değil güneşte pişmiş milyarlarca köfte, bir köfte alacak kadar bile parası yoktu ki. Cebindeki kuponu hatırladı, çıkardı. Kuponu işaretledikten sonra acaba ne yapması lazımdı? “Köfte” yazması yeterli miydi? Kupon, elinde o bunları düşünürken uyuyakaldı.

Uyansaydı hatta anne-babasının gülüşmelerine uyansaydı, yerinden doğrulup kalksaydı, babasını lotoyu tutturmuş bir hâlde oturma odasında bulsaydı, annesi mutfakta yemek hazırlıyor olsaydı ve annesine sorsaydı: “Anne, bu akşam yemekte ne var?” Anne, güleç yüzüyle mutfağın kapısından başını uzatıp sanki her akşam aynı şeyi pişiriyormuş gibi kendinden emin bir şekilde “köfte” deseydi… Evet, öyle olsaydı, bu ancak bir masal olurdu.

Uyandı, etrafta hiç ses yoktu, elinden kurtulup yere düşen kuponu fark etmeden doğruldu, ayaklarına baktı. Ayaklarında yeni bir çift ayakkabı vardı. Mutluluk bütün yüzüne, en çok da gözlerine ve hatta tüm yeryüzüne dağıldı. Ayağa kalktı, zıpladı. Yaşasındı! Mutfakta annesinin olduğunu anladı ve bağırdı: “Anne, bu akşam yemekte ne var?” Anne, solgun yüzüyle mutfağın kapısından başını uzatıp çoğu akşamki gibi hiçbir şey pişirememenin verdiği mahcubiyetle “ekmek” dedi. Çocuk döndü, babasının yanına gitti. Baba, yine loto kuponuyla meşguldü. Çocuk hızla babasına koştu, sarıldı ve çocuk aklıyla yine kelimelere sığındı:

“Olsun baba, üzülme, bir dahaki sefere köfte iste.”