#

KARADELİK

   İçine kavga etmeye hazır hâle getirilmiş sımsıkı bir yumruk oturdu yeniden. Ardına bakmadan yürüyen zamanın kendisinden neleri götürdüğünün hiç farkında değilmişçesine, peşinden bakakaldı sadece.

     Sıcacık evinin, duvarları buz beyazı odasında yatağının kenarına çökmüş, zihninde bağımsızlığını ilan etmişçesine savrulan fikirlerinin sınırlarının dışına çıkmalarından korkar gibi tüm başını avuçlarının içine almıştı. Eve döneli yaklaşık bir buçuk saat olmuştu ve o hâlâ olduğu gibi üstü başıyla oturuyordu yatağının üzerinde. Annesinin görse “O üst başla nasıl duruyorsun hâlâ, kalk değiştir!” diye tatlı sert kızacağı aklına gelince ön dişleri görünecek kadar gülümsedi istemsizce. Hemen ardından yapması gerekenler, liste hâlinde fikrinde belirince vicdanında olup oluşabilecek tüm acılar bir anda yüreğine hücum edip en savunmasız anında onu irkiltmeyi kim bilir kaçıncı defa başardılar.

   İşte yine başlamıştı aynı azap. Bir aydır işler kafasının içinde dönüp durmasına rağmen, bir türlü masasının başına oturup “bismillah” diye başlayacak takati, azmi, kafa dinginliğini bulamadı. Bir kere daha yokladı parmak uçlarını, zihnini, kalbini… Yok! Bugün de hayat onu çok yormuştu belli ki. Sabahın köründe sıcacık yatağından kalkıp kendini güzelim İstanbul’un, üzerine kara bulut gibi çökmüş insan ve trafik yığının içine atmak zaten başlı başına bir işkenceydi. Bir de onun üzerine anlaşılmamak için bin bir hâle giren ders kitaplarını ve sırf kendisini hayattan soğutmak için üretildiğine inandığı sınavları da eklersek imkânı yok bugün yataktan çıkmamalı, hatta -sanki hiç dağınık değilmiş gibi- kafa dağıtmak için telefondan sosyal medyanın altına üstüne getirmeliydi.

     “Telefon” deyince vücudunun bir uzvunu hatırlamışçasına irkilip sağ tarafında duran makineye baktı. Eve gelince “Bi’ beş dakka göz gezdireyim.” diye eline alıp bir saat boyunca bırakamamıştı, bu koca dünyayı içine sığdıran küçücük aleti. Hep böyle olmuyor muydu zaten? “Bi’ beş dakka bakayım.” dedikten epey vakit sonra kendisini “Nasıl ve ne ara buraya geldim?” dedirtecek kadar alakasız yerlerde bulur, hemen ardından da ona o günü zehir edecek vicdan azabıyla baş başa kalmamak için kaldığı yerden devam ederdi “sosyal” mecralardaki seyahatine.  Bazen de tam tersi vicdan yapıp bomboş geçirdiği zamanlara hayıflanırken geçen vakti kaybettiğine üzülmekle meşgul olmanın, ayrı bir vakit öldürme olduğunu da ona söyleyen kimse olmamıştı.

       Sağ kolunu hafifçe ileri uzatıp tuttu zaman öldürme makinesini. Saatleri telefonu tuttuğu parmaklarının arasından usulca kayarken onun tek yaptığı geri dönüşü olmayan kara deliğe nasıl düştüklerini izlemekti. Önceden okuduğu bir kitapta geçen “Vakit kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser.” sözünü arada bir hatırlamasına, içinde tekrarlanıp duran “Kalk ve zamanı kes!” diyen sesi susturamamasına rağmen doğrulup zamana karşı koyacak iradeyi henüz hiç bulamamıştı kendisinde.

    Yan odadan bağıran annesinin, yemeğin hazır olduğunu söyleyen sesini duyunca yine vicdanında bir sızı ile kaldırdı kafasını “sosyal” dünyasından. Eve geleli iki saat geçmiş olmalıydı ve o hâlâ yapması gereken hiçbir şeyi yapmamıştı kafasını telefondaki gereksiz bilgilerle doldurmak dışında. Müthiş bir can sıkıntısıyla yerinden kalkarken kendimizi millî avutma yöntemlerimizden birini uygulayarak “yemekten sonra hallederim işleri” diye düşündü kaçıncı kez ertelediğini hatırlayamadan. Yarım saat sonra tekrar odasına döndü. Tam masasına oturacakken çok yemekten uyku mahmurluğu çökmüş gözlerine kitaplarının hemen yanındaki telefon ilişti. Eli otomatik oraya uzandı ve dudaklarının arasından yine aynı kelimeler döküldü:

“Bi’ beş dakka.”