SAVAŞ’IN ÇOCUKLARI
‘’Ey çatık kaşlı Suriye! Afganistan! Kudüs!…
Ey Ümran! Hanzala! Acının çocukları!
Kanla karışık gözyaşlarınızı unutmayacağız
Ve hesap soracağız!’’
“Seni ölüme yakıştırmışlar çocuk, oysa mutluluğa yakışırdın sen. Ne istemişler rüzgârın çarpmaya kıyamadığı al yanaklarından? Üşümeye mahkûm bırakılmış minik avuçlarından? Ah be çocuk, ah! İçimi kırıyorsun, bölüyorsun, parçalıyorsun. Bakışların kar tanelerinden daha soğuk, ateşlerden daha çok yakıyor içimi. Bir bilsen… Boyumu aştı, boyumuzu aştı artık hıçkırıklar. Boğazımızda düğümler kat kat. Ağla be çocuk! Ağlayalım, ağlayalım en iyisi. Gözyaşlarında, tek çare dualarda buluşalım seninle, ne dersin?
Rüyama girdin yine, arkanı dönmüştün. Yüzünü göstermiyordun. Bize küsmüştün. Bize, dünyaya, yakıp yıkanlara… Ağlıyor muydun, bilmiyorum ama mutlu değildin çocuk, sebebin yoktu çünkü.
Yorgunum çocuk, öyle çok, öyle amansız, öyle sensiz ve soluksuz.
Suskunum çocuk, sözcükler eksik, mısralar eksik, gamzeler, insanlar eksik bu diyarlarda.
Hasretim çocuk, sana ve insanlığa…”
Çocukların suçu yok, kadınların suçu yok, yaşlıların suçu yok ama ölenler hep çocuk, kadın ve yaşlı; ölümler hep karanlık; faili malum öldürenler ise hep aynı.
Savaşın çocukları! İslam’ın neferleri! Ağlayan çocuklar! Ağlayamayan anneler! Bugün Halep’te Filistin’de ve tüm İslam coğrafyasında katledilen çocuklar herhangi bir suçtan ötürü ceza çekmiyorlar, onlar ceza çekmeyi gerektirecek bir suç da işlemediler. Onların vahşice katledilmesindeki yegâne sebep, “Elhamdülillah Müslüman’ım” demeleri…
Öldürmekten asla vazgeçmeyecekler, çünkü Halep’te ağlayan Ümran, “sizi Allah’a şikâyet edeceğim.” diyen masum yürek, onların sarışın, bembeyaz tenli çocukları değil. Ve katledilen çocuklar John, Harry, Michael’lar değil; Muhammed, Ali, Ayşe, Fatıma, Rabialar ve Esmalar…
Ama unutmayın! Siz vurdukça biz güçlenerek karşınıza çıkacağız. Biz kaybetmeyiz, Ömer el-Muhtar’ın dediği gibi:
“NAHNÜ LEN NESTESLİME, NENTESIR EV NEMUTU…”