#

Muhammed ve Zeytin Ağacı

İftar saati yaklaşınca Muhammed, ekmek almak için mahallelerinde ayakta kalan tek fırına gitmek niyetiyle evden çıktı. Her akşam futbol oynadıkları arka sokaktaki boş arsada yürüdü. Arkadaşı Hüseyin ve Ahmet’i görüp onlara selam verdi. Çatışmalarda harabeye dönen ve sahipleri tarafından terk edilen evlerin önünden geçerek ilerledi. Arkadaşlarının anneleri kızsa bile bu evlerde saklambaç oynamayı o kadar seviyorlardı ki! Saklanacak çok fazla yer vardı. Saklambaç için bir cennetti sanki! Bazen elleri silahlı asker abileri de onlarla oynamak istermiş, teyzesi öyle derdi Muhammed’e. Askerler kovalayınca Muhammed ve arkadaşları bu harabe evlere saklanıp oyuna başlarlardı. Şimdiye kadar onu hiç bulamamışlardı. Saklanacak çok fazla yer vardı.

Muhammed altı yaşındaydı. Annesini dört yıl önce sınırdaki gürültülü bir çatışmada kaybettiği günden beri teyzesi bakıyordu ona. Ama onun ne annesinin öldüğünden haberi vardı ne de çatışmadan. O sadece meçhul bir gürültünün annesini alıp götürdüğüne ve bir gün ona kavuşacağına inanıyordu. Bu hikâyeyi teyzesi anlatmıştı ona. Zaten bildiği tek hikâye de buydu. Ne çok isterdi tıpkı arkadaşlarının anneleri gibi uyumadan önce annesi de ona çeşit çeşit hikâyeler anlatsın!

Fırının olduğu sokağa döneceği sırada bir gürültü duydu. Neler olduğunu anlayamadı, koşarak bir duvarın köşesine çöktü ve ağlamaya başladı. Havada uçan alevli toplar görüyor, acı hissediyor, koşuşturma sesleri duyuyordu. Yine saklambaç oynadıklarını düşündü. Sanki annesinin sesini duymuştu. Arkasına baktı. Tek gördüğü yaşlı bir zeytin ağacıydı. Koşa koşa ağacın yanına gitti. Muhammed, ufacık boyuyla zeytin ağacının tam karşısında duruyordu. Ağaç da bütün heybetiyle tam Muhammed’in karşısında. Sanki yıllardır gövdesine kimse değmiyormuş gibi buruşmuş, boynunu bükmüş, dallarını yere eğmişti. Muhammed tırmanmak için bir hamle yaptı, elleriyle ağaca sarılıyormuşçasına tutundu. Ağaç gözlerini açtı, esnedi, yerinden doğruldu. Dalları göğe yükseldi. Şaşkınlıktan Muhammed’in dizlerinin bağı çözüldü. Yere düşmesine ramak kala zeytin ağacı onu kavrayıp dallarından birine oturttu.

Muhammed bütün bu yaşadıklarına, ani gürültüye, hissettiği acıya, uykusundan uyanan ağaca bir anlam veremiyor, konuşamıyor, sadece anlamsız sesler çıkarıyordu. Bütün bunların hayal ürünü olduğunu düşündü bir an, fakat hayır! Canlı kanlı bir ağaç onu tutmuş, şimdi de sohbet etmeye çalışıyor. Birden aklına mahallede çocuklarla konuştukları efsaneler geldi ve şaşkınlıkla “Yoksa sen Kudüs’ün ruhu musun?” diye sordu. “Hayır.” dedi zeytin ağacı gülerek. “Ben zeytin ağacıyım. Bu dünyaya, hiçbir şey yokken hikâyeler diyarından geldim. Geldiğim günden beri burada, kutsal topraklarda, yaşanan her şeyi gördüm. Tek bir görevim var, o da Büyük Hikâye Anlatıcısı’nın bana anlattığı hikâyeleri yanıma gelenlere aktarmak.” Muhammed ağaca tuhaf tuhaf bakınca “Sana kendi hikâyemi anlatmamı ister misin?” diye sordu zeytin ağacı. Dinlemeye aç bu çocuk, yerini değiştirdi, arkasındaki dala yaslandı ve hikâyeler diyarına doğru yola koyuldu…

Zaman zaman içinde, Sina Dağı güven içinde. En Büyük Hikâye Anlatıcısı yemin ederken incire ve zeytine; bedeni ve saçı kızıl, gözleri mavi, az saçlı ve kısa boylu yiğit bir genç olan Davut, sapanıyla harp zamanı insanların en katı yüreklisi olan Calut’u öldürdü. Kendisine hikmet verilen bir hükümdar ve peygamber olarak bu toprakları adalet ile yönetmeye başladı. Davut gövdeme yaslanıp o gür ve güzel sesiyle Zebur’u okumaya başladığında insanlar, cinler ve şeytanlar gelip halkalar hâlinde etrafıma dizilir, kuşlar dallarıma konup onu dinler, sular akmayı ve rüzgâr esmeyi keser, dağlar sesinden yankılanırdı. Geçimini sağlamak ve savaşın şiddetinden korunmak için demiri hamur gibi yumuşatan kudretiyle geniş zırhlar yapmayı öğrendi. Bir mabet yapmaya niyetlendi ama ömrü yetmedi. Krallığının ve peygamberliğinin varisi olan oğlu Süleyman’a mescidi tamamlamasını vasiyet etti. Ölümünden sonra kuşlar Davut’un bedenini kanatlarıyla gölgeledi.

Süleyman uzun boylu, beyaz tenli, nur yüzlü ve gür saçlıydı. Çoğunlukla beyaz elbise giyer, babası gibi elinin emeğiyle geçinir, hurma yaprağından zembil örüp satar, arpa ekmeği yerdi. Şehrin çevresine beyaz taşlarla bir hisar yaptıktan sonra Beytü’l-Makdis’in inşasına başladı. Ustalar hazırlatıp türlü taşlar yontturdu. Denizlerden çıkartılan incilerle duvarları süsletti. Süleyman’ın emrindeki cinler, mabedin inşaasında çalışıp yorulunca nefeslenmek için gölgemde otururlardı. İnşaat bittikten sonra kurbanlar kesildi, fakir halk doyuruldu, cemaatle ilk namaz da kılındı. Bu mabetten daha süslüsü, güzeli ve parlağı görülmemişti. Gecenin karanlığını dolunay gibi aydınlatır; insanları, cinleri ve hayvanları cezbederdi.

Süleyman insanlardan, cinlerden ve kuşlardan oluşan ordusu ile birçok ülkeyi fethetmiş, gittiği her yerden şanı şöhretiyle dönmüştü. Bir gün kuşu Hüdhüd’den güneşe secde eden Sebe halkının ve melikesinin haberini aldı. Melikeyi davet etmeden önce şöyle sordu halkına: “Hanginiz Belkıs gelmeden evvel tahtını getirir bana?” Cinlerden biri, “Sen makamından kalkmadan onu getirebilirim.” dediyse de kitaptan ilmi olan kişi, “Sen gözünü kapatıp açmadan onu getiririm.” dedi ve tahtı getiriverdi. O kadar hızlı gidip gelmişti ki, yanımdan geçerken dallarım birbirine girdi. Tahtı yanı başında gören Süleyman ise benimle benzer durumdaydı. Bilahare gelen melike gördüğü mucizeler karşısında acze kapıldı ve teslim oldu.

Refah yıllarının ardından, Süleyman’ın mabedine çekildiği bir gün bir dostu onu ziyarete geldi.

— Dostu mu, diye araya girdi Muhammed.

— Evet, kendisini babasının yanına götürmekle görevli olduğunu söylemek için gelmiş, dedi ağaç.

— Senin de dostun var mı? Benim var, isimleri de Ahmet ve Hüseyin.

— Benim tek dostum Hızır’dır. O da arada görünür, sonra kaybolur. Her geldiğinde beni Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran ile sular; doyup taşarım, diye cevapladı zeytin ağacı. Devam edeyim mi, diye sordu, kafayla bir evet cevabı alınca tekrar konuşmaya başladı.

“Yıllar sonra arkamızdaki mescitte iffetini kale gibi koruyan Meryem isimli bir genç kız, Büyük Hikâye Anlatıcısı’nın ruhundan bir cüz üflemesiyle mucize dünyaya getirdi. Konuşmaya daha minicikken beşikte başlayan oğlu İsa türlü mucizeler gösterirdi. Orta boylu, düz saçlı, küçük yüzlü, geniş göğüslüydü. Âmâları gördürür, alacaları iyileştirir, ölüleri diriltirdi. Türlü yurtlar edinip hastalara şifa verirdi. Risalet geldiğindeyse ehli inanmak istemedi. “Ey Meryem oğlu İsa; daha fazla mucize, daha fazla mucize!” dediler. Gösterilen her mucizeyi ise inkâr ettiler. En sonunda onu öldürmeye karar veren halkın ileri gelenleri yerini göstermesi için havarilerden biriyle anlaştılar fakat o da ne? Hava karardı, gören gözler görmez oldu. “Meryem oğlu İsa’yı öldürdük!” diye bağırıyorlardı fakat çarmıha gerilen ona benzetilen biriydi. Allah’tan bir ruh ve kelime olan İsa ise ardında son peygamberin müjdesini bırakarak göğe çekildi.

Müjdelenen kişi bizden uzakta yaşar, kendisini görmez ama ününü bilirdik. Bir gece ay doğarken tepelerden, buraya yaklaştığını gördüm. Bineği Burak’tan indi, iplerini gövdeme bağladı. Mescide girip iki rekât namaz kıldı önce. Sonra dostu melek ile yükseldi göğe. Peygamber’in göğe yükselişine şahit oldum. Evet, sıkıntılarla dolu anında Mescid-i Aksa’ya ayetlerin bir kısmını görsün diye yürütülen ve göğe çıkartılan Muhammed’di bu. Yukarıya doğru derine iniyor, aşağıya doğru kuyusunda yükseliyordu; görüyordum. Çıktıkça göğsü genişliyor, yükseldikçe dostlarıyla karşılaşıyordu. Kulağına bir şeyler fısıldandı o gün. Gözleri daha önce görmedikleri şeylere şahit tutuldu. Semadan hediyelerle döndü. Dünya bir miktar daha güzelleşti. Yeni bir şehir, yeni bir medeniyet kuruldu. Bu kutsal mekân, Peygamber dostu Ömer vaktinde İslam topraklarına katıldıktan sonra hak ettiği değeri görmeye başladı. İmarlar yapıldı, yıkılanlar onarıldı. Fakat herkesin hak talep ettiği bu topraklar, bu sefer de haçlılar tarafından istila edilmek üzereydi. Hazırlanan onca ordu, gözü kara bir komutana yenileceğini bilmeden yollara düşmüştü. Gözü kara dediysem öyle lafla değil. Selahaddin iyi tahsil görmüş, kılıcı Zülfikâr, yiğit bir komutandı. Karşılaşmalar yapıldı, kılıçlar kuşanıldı. Günler süren kuşatmada Selahaddin her yorulduğunda gövdeme yaslanır ve dinlenirdi gölgemde. Bir cuma gününde şehir kötü kalplilerden teslim alındı. Hutbeler okutuldu, kurbanlar kesildi. Esirler bile adaletten nasibini aldı. Uzun zaman adaleti tahsis edebilenlerin elinde can buldu bu şehir. Dallarım çiçeklerle süslendi. Kudüs’e bahar geldi. İlk cemre Ağlama Duvarı’na, ikinci cemre Kutsal Kilise’ye, üçüncü cemre Kubbetü’s-Sahra’ya düştü.

Aradan asırlar geçti. Kötü kalpliler emellerine ulaşmak için yeni planlar yapıyordu. Selam Yurdu şehrim yıllar sonra bir kez daha kanlara bulanmak üzereydi. Bu sefer kılıç kalkanla değil alevli toplarla, gürültülü silahlarla saldırıyorlardı. Her şehit düştüğünde küçük bir çocuk, cennette bir çiçek daha açıyor, kanları güllere renk katıyordu.

Uyuklamaya başlayan küçük Muhammed’e gül fikri cazip gelmiş, bir anda irkilip “Benim de gülüm var mı cennette?” diye sormuştu.

— Var tabii. Güllerin seni cennette bekliyor annenle birlikte, dedi zeytin ağacı.

— Sen benim annemi de mi tanıyorsun, diye sordu şaşkınlıkla Muhammed.

— Tanıyorum elbette. Annen Büyük Hikâye Anlatıcısı’nı görmeye gitti.

— Ya! Peki ya ben, ben de onu görebilecek miyim?

— Bu hikâye bitince seni de dostun melek onların yanına götürecek, dedi yaşlı ağaç.

“O zaman çabucak bitirelim.” dedi Muhammed heyecanla. Fakat o kadar uykusu gelmişti ki, ne bir diğer cümleyi ne de hikâyenin sonunu dinleyebildi. Ağacın dalları üzerinde uykuya daldı Muhammed. Düşünde Mescid-i Aksa’yı gördü. Kırmızı güller bitti toprakta. Kokuları cennete yükselip zeytin ağacının yeni hikâyesine karıştı.

·         Bu hikaye; Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, ÖNDER İmam Hatipliler Derneği ve Burak Derneği ortaklığında düzenlenen ‘ Kudüs Senin Şehrin Senin Hikayen’ Türkiye İmam Hatip Liseleri Arası Kudüs Konulu Kısa Hikaye Yarışması’nda birincilik ödülünü elde etmiştir.