#

BİR MUHASEBE DENEMESİ

Mekana hareket katan ve hayat akışını oluşturan zamandır. Zamanda nicelik bakımından bir değişiklik olmamasına rağmen biz insanlar bazen zamanın hızlı aktığını bazen de bir türlü geçmediğini hissederiz. Bu zaman algısı insandan insana farklılık ihtiva edebildiği gibi canlıdan canlıya da değişim gösterebilmektedir. Bir sinek türü için üç saat bir insan ömrüne eş değerken (Karekod, 1), ayette geçtiği üzere yetmiş yıllık bir insan ömrü de melekler nazarında iki dakikalık bir süreye tekabül etmektedir. (Karekod, 2). Bitkiler, böcekler, balıklar ve diğer tüm canlı türleri de bizler gibi kendilerine ait bir zaman ve mekan aleminde yaşayan bir “ümmetken” (Enam 38), kitaplardan ya da artık çevrimiçi olan seminerlerden kendimize ve dünyamıza dair bilgiler edinmeye çalışan biz insanların, kendisine dair farkındalık kazanmasına yardımcı olacak ipuçlarının kainatın her bir köşesinde yer aldığını görememenin ne kadar büyük bir nasipsizlik olabileceğini bir düşünün. Bilgi eylem için elbette gereklidir ama yeterli değildir. Nice bildiğimiz şeyleri hayata uygulamakta zorluk çekmiyor muyuz? O halde durup düşünmeye kendimizi kaptırdığımız, o hızlı akışta fark edemediğimiz ya da kaçırdığımız şeyleri tespit etmeye ihtiyacımız var. Öğrendiklerimizi ya da hali hazırda bildiklerimizi dışsallaştırmamızın, sanki bildiklerimizden sorumlu değilmişiz gibi davranmamızın ve bunları bir türlü içselleştirememizin sebebi ne olabilir?

Bu yaşadığımız zorlu son birkaç ay içerisinde zamanlarımız yavaşladı ve mekanlarımız daraldı. Yavaşlamanın etkisiyle insan zamanın içindeki her detayı iliklerine kadar hissetmeye ve fark etmeye başlar. Bu, insana acı verebilse de alışkanlıkların dünyasından sıyrılıp var olanı bilinçli bir bakışla anlamlandırmanın kapısını aralar. Kafka’nın dönüşüm kitabındaki böcek metaforunu bir düşünelim. Hayvan Davranışları dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre beden küçüldükçe zaman daha ağır bir çekimde algılanmaya başlanır. Bu sayede daha hızlı hareket eden canlıların fark edemediği detayları görebilen minik canlılar hayatta kalabilmeyi başarabilmektedir. Bizim de bu süreçte dünyamızın küçüldüğü, herşeyden soyutlanıp kendi iç alemimizin mekanlarına sığdığımız Ramazanla taçlanan günlerimiz geldi ve geçti. Dış dünyadan iç dünyaya gerçekleşen böyle bir mekan değişimi söz konusuyken, hakiki anlamda bir mekan ve zaman daralmasından bahsetmek mümkün müdür? Belki de farkında olmaksızın dahil olduğumuz tüm dünyanın nefesini tüketen “koşu yarışı”na derin bir nefes alabilmemiz için verdiğimiz belirsiz bir bekleyiştir.

Hayatımız boyunca belirsizlikler içeren ve bizim kontrolümüz dışında ilerleyen birçok olayı tecrübe ettik, ediyoruz ve edeceğiz. Peki, zorluk ve belirsizlik zamanlarında insanlar hayatlarını nasıl işlevsel bir şekilde devam ettirirler ve hayat düzenlerine devam edecek motivasyonu nereden bulurlar?

Kainatı seyre daldığımızda, yağmurun, güneşin, bulutların ve diğer tüm yaratılmışların muazzam bir düzen içinde hareket ettiğine şahitlik ederiz. Herşey yaratılış amacına hizmet ettiği ölçüde adaletlidir düsturunca insan dışındaki herşey yaratılışında olanı açığa çıkarmak üzere her an sabırla mücadele etmektedir, kendisini başka canlılarla kıyas etme hadsizliğini göstermeden. Yağmurun güneş olmak istediğine hiç şahit oldunuz mu? Peki bir karıncanın kendi rolünü beğenmeyip kedi olmak istediğine ya da bir elmanın bir portakal gibi yetişip onunla aynı lezzeti vermek istediğine? Canlılar dünyasındaki bu mücadele ve tevekkül çizgisi arasındaki hassas denge insanın kendi gelişimi için örnek alması gereken noktalardan bir tanesidir. Çünkü bir varlığın kendisine biçilen görevi yerine getirmemesi ya da kendisine düşenden daha fazlasını istemesi tüm varlık alemindeki düzeni olumsuz etkileyecektir. O halde, bize düşen görevin ne olduğunu nereden bilebiliriz?

İnsanın varoluşunu anlamlandırma çabası her doğan insanla birlikte yeniden dirilen bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan geçmişteki birikimlerinden ders çıkarabilme yetisini kullanarak aynı yanlışlara sapmadan kendisine bir yol çizebilme iradesine sahiptir. Bu birikimlerin çoğu ise öncelikle yaşadığımız ailemizden ve yakın çevremizden gelmektedir. Bu sebeple bir anlığına kendi ailenizi düşünmenizi istiyorum. Aileniz genellikle sizin başarılı sonuçlarınızı mı takdir ederdi yoksa o şeye ulaşmak için gösterdiğiniz gayreti ve azmi mi? Ailemizin çocukluğumuzdan itibaren sergilediği bu tutumlar biz fark etmesek de ilerleyen yaşlarımızda yaşadığımız olaylar, başarılar ya da hatalar karşısında nasıl tepki verdiğimizi belirler. Yapılan psikoloji çalışmaları sabit ve gelişim olmak üzere iki farklı zihniyetin olduğundan bahsetmektedir. Sabit zihniyete sahip insanlar, zekanın, yeteneklerin doğuştan belli olduğunu ve gelişmeyeceğini düşünerek zorluklarla mücadele etmekten kaçınırlar. Bir başarısızlıkla karşılaştıklarında zekalarının bu kadarına yettiğini düşünürler ve bir kez daha “yeterli kapasiteye” sahip olmadıklarını ispatlamamak için yeniden denemekten korkarlar. (Karekod, 3) Kendilerine verilen bir ömürlük zaman dilimini kısa bir anda deneyimledikleri “başarızlığa” hapsederek hem mekanlarını hem de zamanlarını daraltırlar. Dolayısıyla zaman ve mekan genişliğimizi belirleyen şey aslında bizim zihniyetimizdir. Sabit zihniyetin aksine gelişim zihniyetine sahip insanlar için başa çıkamakta zorlanılan herşey birer gelişme ve öğrenme fırsatıdır. Bu “başarısızlıklar” bize “henüz” öğrenmediğimiz şeyler olduğunun sinyalini veren işaretlerdir sadece. Başarısızlığı sürecin bir parçası olarak görüp yola devam ederler.

Sahip olduğumuz bu zihniyet yapıları hayattaki amaçlarımızı belirlerken de bizi yönlendirirler. Sabit zihniyetli insanlar performans/sonuç amaçları belirlemeye ve gelişim zihniyetine sahip insanlar ise süreç/öğrenme amaçları belirlemeye meyillidirler. Eğer, bir başarısızlık kendinizi “düşük kapasiteli” olarak görmenize sebep oluyorsa siz sürekli sonucu size başarılı hissettirecek ya da başkalarının takdirini kazanmanızı sağlayacak kolay amaçlar belirlemek istersiniz. Öğrenme/süreç odaklı bir kişi olaylara “bu durumda bana düşen sorumluluk nedir” diye bakarak sonuç yerine sonuca giden yoldaki sorumluluğuna odaklanırken performans odaklı bir kişi “bu durumun sonunda ne elde edeceğim” diye düşünürek tüm enerjisini yola başlamadan yer bitirir. Bu insanlar, süreç/öğrenme odaklı olup kendi içsel değerlendirme sistemini geliştirmiş insanların aksine kendini değersiz ya da yetersiz görmeye, diğerlerine göre yeterince iyi olmadığını ya da olamayacağını düşünerek başkalarıyla kendilerini kıyaslamaya meyillidirler. Dış dünyanın akışı ile bu kadar hemhalken iç dünyası sığlaşan bir kişinin sonucu göremediği belirsiz durumlarda yola devam etmeye dair hiçbir motivasyonunun olmayacağı aşikardır. Amacı öğrenmek olan insan, sonucu bilmese dahi kendi yapması gerekenin sadece gayretle yola devam etmek olduğunu bildiği için, belirsizlik karşısında dahi dirayetli bir duruş sergileyebilir. Yapılan araştırmalara göre de gerçekten başarıya ulaşanlar yüksek IQ’ya sahip olanlar ya da dünyanın bizi sürüklediği “koşu yarışı”nda derece elde etmke isteyenler değil azimle ve sebatkarlıkla kendi yaptıklarına odaklanıp, yaptıklarını her gün biraz daha iyi yapma arzusuyla dolu olan kişilerdir (Karekod, 4).

Amacınız, eylemlerinize ve dolayısıyla hayatınıza bir istikamet tayin eden kuvvet kaynağınızdır. Hakikatin bilgisini bize veren ilahi örneklikten beslenmek ve de insanın kainattaki gerçeği keşfetme ve anlamlandırma çabasının bir ürünü olan bilimden faydalanmak bu anlamda elzemdir. Yoksa insanın tek başına karanlıklardaki aydınlığa ulaşma yolunda tökezlemesi ya da kaybolması kaçınılmazdır. Bu sebeple, ilk olarak Hz. İbrahim gibi bir sorgulama yapmak ve kaybolup gitmeyecek, yıkılıp devrilmeyecek, kendimizi her daim diri tutmamıza yardımcı olacak ve hayatımıza anlam katacak amacımızı bulmak gereklidir. Bir amaç edinme, kendimiz ve diğer tüm canlılar için sorumluluk almayı gerektirir. Eyleme geçirmeyen bilgi henüz içselleştirilmemiş demektir. İnsanda birşeyin bilgisi mevcut olmasına rağmen yapacak gücü kendisinde bulamıyor ve sorumluluk almaktan kaçıyorsa “neden” sorusuna verebileceği güçlü bir cevabı yok demektir. Çünkü “neden” sorusuna verebileceğimiz güçlü bir cevabımız varsa, zorluk ve belirsizlik dönemlerinde karşımıza çıkacak “nasıl” sorularına da cevap bulabiliriz. Neden sorusuna cevabınızı gerçek manada keşfetmeye çalıştığınız takdirde bıkmadan usanmadan kendinizi ve dolayısıyla dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için üzerinize düşeni en güzel şekilde yapmaya başlamışsınız demektir, tabiki sonucun ne olacağını sorgulamadan. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.

1)

2)

3)

4)