#

AHİR ZAMAN KISSALARI

Bundan çok da uzak olmayan bir zamanda, bir ülkede bir halk yaşarmış. Bakanların gözlerini alamadığı ovaları, mümbit toprakları, uçsuz bucaksız bahçeleri-bağları, zirvesi karlı yüce dağları, insana hayat veren suları ile sanki cennetten bir köşeymiş. Hâl böyle olunca bu ülkeyi ele geçirmek isteyenler birbirleriyle yarışır hatta savaşır olmuş. Ülke halkı, uzun yıllar bu saldırılara karşı koymuşsa da en son taarruzda çok kayıplar vermiş. Vatan topraklarından olmamışlar belki ama kendi ülkelerinde esir düşmüşler. Savaşın ağır şartları, onları uçsuz bucaksız dağlarda, çetin koşullar altında, yıllarca sürecek bir sürgün hayatına sürüklemiş. Halkı düşmana karşı savunan komutanlar, savaşın verdiği yorgunluktan ve kaybedilmiş toprakların sebep olduğu burukluktan olsa gerek, topraklarını geri almanın yolunun yeni ve taptaze bir nesil yetiştirmekten geçtiğine ikna olmuşlar. Bildikleri ne varsa maziye dair, kendi hayatlarından silmekle başlamışlar. Doğan her bebeğin kulağına yeni hikâyeler fısıldamışlar. Oyunlarından eğlencelerine, oturmalarından kalkmalarına, düğünlerinden matemlerine, dualarından ibadetlerine, ne varsa eskiye dair heybelerinde, döküvermişler en ücra köşelere.

Yüce mabetlere, devasa saraylara dair destanlar bilenler bir bir ayrılırken hayattan, nazenin gençler ve güzel kızlar serpilmiş sürgün toprakların her bir çadırından. Bir gün bir şey vuku bulmuş hiç hesapta olmayan. Sürgün ülkenin eski halkından, sayıları bir elin parmaklarından da az kalanlarından birkaçı, salgın bir hastalıktan göçmüşler dünya hayatından. Mazinin mağrur hatıralarıyla hayata tutunan son adam, dostlarına son görevlerini yerine getirdikten sonra, dönüp şöyle demiş etrafında toplananlara:

“Ben sizin atalarınızın bin yıldır bildiklerini biliyorum. Bu yüzden yolun sonunu görüyorum. Ben ölünce, bedenime ne yapmanız gerektiğini sizlere öğretmek istiyorum. Zira çölde bir leş gibi kokmaktan korkuyorum. Bana, sürgünde doğan gençlerden birkaçını getirin, onlara bildiklerimi anlatayım. ”

İhtiyarın haklı olduğunu gören halk, kerhen de olsa ona bir çadır kurmuş. Çocuklardan en cılızlarını, yüzlerine bakınca maziyi en çok hatırlatanlarını ve ümit bağlamanın beyhude olanlarını ihtiyara teslim etmişler. Gençler, ihtiyardan ölülerin nasıl defnedileceğini öğreneceklermiş. Birkaç gün sonra, sürgün halkın içinden birkaçı, bu gençlerin çadırının girişine bir levha dikmiş: “Ölü Yıkayanlar!” Çadıra kendisine teslim edilen gençlerden başkasının girmediğini gören ihtiyar, iç tarafa sadece içeriden bakanların okuyabildiği bir levha dikmiş: “Hayat Kurtaracaklar!”

İhtiyarın elinde gençler, geçmişin destansı hatıralarını öğrenmişler. Duydukları her yeni (eski) şeye şaşırıp kalmışlar. İhtiyar, onlara suyu nasıl kullanmaları gerektiğini anlatmış. Suyun temizliğinden, azizliğinden, uysallığından ve şeffaflığından bahsetmiş. Yıkadıkları her bedenle birlikte gençlerin uzuvları da paklanmış ve bakanlara güven veren bir nur yerleşmiş simalarına. Su gibi aziz, su kadar temizlermiş artık. Kefenledikleri her bedenle beraber örtmenin ehemmiyetini kavramış, omuzladıkları her tabutla beraber ruhun dünyada bıraktığı ağırlığı tartmışlar. Gelinen yerin toprağı ile gidilen yerin toprağının aynı olduğunu anlamışlar. Mezar kazan avuçları, nasır tuttukça yumuşamış. Yumuşayan kalpleri çevreleyen bedenleri çelikleşmiş. Uzun ve soğuk kış gecelerinde ihtiyardan duydukları her bir cümle, saf ve temiz zihinlerinde yer etmiş. Berraklaşan zihinlerden dökülen kelimeler beliğ bir hitabete evrilmiş. Sürgün beldede ölümle özdeşleştirilen bu gençler, sadece merasim günleri çıkarlarmış çadırlarından.  

Ölü yıkayan/hayat kurtaran gençlerden biri, ölüm sessizliğinin çığlıklarının duyulduğu bir günde, toprağı kazmaya koyulmuş. Mezarı yarılayıncaya kadar kazmış. Kazması takılınca toprağa, var gücü ile yüklenmiş. Tahta çatırdaması ile birlikte bir sandığın kapağı ortadan ikiye ayrılmış. Genç, sandıkta tertemiz ve hiç örselenmemiş kadim bir kitap bulmuş. Kitabı koynuna koyup ihtiyarın yanına varmış. İhtiyar, kitabı büyük bir hürmetle eline alınca gözleri nemlenmiş. Sevinci ve hüznü birlikte hissetmiş.

Kitabı eline alan ihtiyar, çiziklerle bezenmiş dudaklarını hafifçe hareket ettirerek bir şeyler mırıldanmış. Sonra sağ elinin parmak uçları ile usulca kitabı açmış. Kaşlarının arkasında kalan gözlerini açtığı sayfada gezdirmiş. Ölümün habercisi gibi olan parmaklarını bir cümlenin üzerine koymuş ve gençlere doğru dönüp cümleyi okumuş:

“Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!”  

İhtiyar ve gençler, bir süre daha çadırda vakit geçirmiş, buldukları kitabı sayfa sayfa okumaya koyulmuşlar. Bir güz günü, ihtiyardan aldıkları işaretle, çadırdan huruç etmişler. Yıkanacak ölü olmamasına ve kazılacak mezarın bulunmamasına rağmen çadırdan bu çıkışları, halkta bir heyecan oluşturmuş. Gençler kendilerinden emin adımlarla, ellerinde tuttukları kadim kitapla beraber; halka onlarca yıldır kurtuluş vaadiyle sürgün hayatı yaşatanların çadırlarının önüne gelmişler. İçlerinden en uzun olanı elindeki kitapla bir adım öne çıkarak sesinin olanca kuvveti ile haykırmış:

“Siz sürgündeyken; biz, çadırda ölüme dair çok şey öğrendik. Hayatı ölüme, ölümü hayata mezcettik. İhtiyardan, atalarımızın şanlı destanlarını dinledik. Ve elimde tuttuğum bu kitabı kendimize rehber edindik. Şimdi kim bizimle beraber yürüyecekse, aramıza katılsın. Mesafe uzak, yol ise engebeli. Yola çıkmadan evvel, yüzlerce çadır kurulmalı ölü yıkayanlarınki gibi.  Umulur ki, kuruluşumuza vesile olur mazinin bilgisi.” Rivayetler, sürgündeki halkın kurtuluş yürüyüşünün devam ettiğini söylüyor. Adımların nasıl hayırlı bir şekilde neticeleneceğini ise henüz kimse bilmiyor.