Bulgaristan Türkleri: Asimilasyon ve Göç
Orhan Gazi döneminde başlayan Rumeli fetihleri ile bir zamanların kaynayan kazanı olan Balkanlar 15. asra gelindiğinde Osmanlı’nın kurduğu adalet ve müsamahaya dayalı yönetimi sayesinde yüzyıllar sürecek bir huzur iklimine kavuştu. Ancak 1789 Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkan Milliyetçilik akımının ve Avrupa devletlerinin etkisi ile bölgedeki huzur iklimi bozularak günümüzde de devam eden sorunların ortaya çıkmasına yol açtı. Aslında Balkanlarda çıkan veya çıkarılan her türlü siyasi problemde hep kaybeden taraf etnik kimliği fark etmeksizin Müslümanlar oldu. Bunun sebebi ise daha önceleri Müslümanları Anadolu’dan atma fikrinin, 18 ve 19. yüzyıllara gelindiğinde Müslümanları Balkanlardan atma sürecine dönüşmesidir.
Çoğu zaman birbirleri ile siyasi rekabet içinde olan Avrupa devletleri ve Rusya’nın ittifakları sonucunda bölgedeki Osmanlı tebaası gayrimüslimlerin hamiliğini üstendiler. Etnik ve dinî kimliklere dayalı yeni Sırp, Yunan, Romen ve Bulgar devletleri kurulurken önlerinde engel gördükleri Müslüman halkı çete faaliyetleri ile sindirerek tehcire zorladılar. Bu çetecilik faaliyetleri çoğu zaman Rusya’nın desteği ve Avrupa devletlerinin bazen işbirliği bazen de göz yummasıyla etnik bir temizliğe dönüştü. Daha 18. yüzyılın sonlarında nüfusun neredeyse yarısı Müslüman olan Balkan yarımadasında uygulanan bu politikalarla Müslüman nüfusu 20. yüzyıla gelindiğinde hiçbir bölgede ağırlık gösteremeyecek kadar azaldı.[1]
Osmanlı Devleti’nin Gösterdiği Kardeşlik
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında (93 harbi) başta Kafkasya’dan olmak üzere Osmanlı devletine göç eden bütün Müslüman muhacirlere kapılarını açan Osmanlı Devleti, bu savaş sonunda da Balkan yarımadasından gelen Müslüman kardeşlerine kapılarını açmış; zor şartlar içerisinde olmasına rağmen, aşını, işini paylaşmış ve ensar kardeşliğini göstermiştir. Kısa sürede gelen muhacir kardeşlerini Anadolu’nun hemen her köşesine iskân ederek onlara yer ve yurt temin etmiştir.
Sistematik olarak Müslümanlara uygulanan çetecilik, tehcir ve mezalim politikaları ile önce Osmanlı’ya bağlı bir prenslik, sonra özerklik ve ardından millî bir devlete dönüşen Bulgaristan’daki Müslümanların da önemli bir kısmı yüz yıl boyunca Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmıştır.
Daha önce yaşanan kısmi olaylara rağmen 1877-1878 (93 harbi) ile başlayan[2] süreçte Bulgaristan’da yaşayan Müslümanların dramı 1912-1913 Balkan hezimeti ile daha da ağırlaşmıştır.1913 İstanbul Antlaşması ile Bulgaristan’da yaşayan Müslümanların hakları garanti altına alınsa da Bulgaristan Devleti bunları uygulamamış ve Türkiye’yi oyalama yöntemini tercih etmiştir. Hatta Balkan Savaşları sırasında Bulgar Genelkurmay Harekât Dairesi Başkanı Protoyerof’un hazırlattığı plana göre Bulgaristan’daki Türkleri sırasıyla;
-Kültürel asimilasyon, soykırım, tehcir, ülke içinde zorunlu iskân ve sınır dışı etme politikası benimsenmiştir. Ancak I. Dünya savaşında Osmanlı Devleti ile Bulgaristan’ın aynı cephede yer alması bu politikaları kısmen aksatmıştır.
Bulgaristan Bulgarlarındır!
1923 yılından sonra ise Bulgaristan’da yaşanan hükûmet değişikliği sonucunda Faşist akımlar güçlenmiş ve “Bulgaristan Bulgarlarındır” görüşü doğrultusunda Müslüman vakıflara, okullara ve kurumlara karşı hasmane bir tutum izlenmiş ve bu durum 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürmüştür. II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler bloğuna dâhil olan Bulgaristan’da ilk önce siyasetleri gereği Türkleri yanlarına çekebilmek için bazı hakları tekrar verilmiş ve bu göreceli rahatlık Müslüman kurumların sayısının artmasına yol açmıştır. Fakat bu durum fazla devam etmemiş 1946 yılında çıkarılan yasa ile Müslümanlara ait okul, cami, vakıf gibi kurumlar kamulaştırılmıştır. Dinî ve millî kimliklerini korumak isteyen Müslümanlar artan baskı ve zulümler karşısında Türk elçilik ve konsolosluklarına müracaat ederek anavatana göç etmek istediklerini bildirdiler.
1949 yılında Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan, Osmanlı ulemasından Yüksek İslam Enstitüsü eski müdürü Ahmet Davudoğlu’nun “ÖLÜM DAHA GÜZELDİ” adlı hatıraları Bulgaristan’ın Deliorman bölgesindeki Türklerin yaşadığı acılarla ilgili olarak detaylı bilgiler vermektedir.[3]
Bulgaristan hükûmetleri 1946 ile 1989 yılları arasında iç tehdit olarak gördüğü Müslüman Türk azınlığa karşı iki temel politika uyguladı. Bunlardan birincisi onları Türkiye’ye göç ettirerek genel nüfus içindeki oranlarını azaltma, ikincisi ise göç etmeyenleri asimilasyon yolu ile Bulgarlaştırma.
Bu politikalar sonucu 1951-1952 yılarında Türkiye ile Bulgaristan arasında yapılan göç anlaşmaları ile 150 bin üzerinde Müslüman Türk Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmıştır.
“Çok Adil Vatanın Üvey Evlatlarısınız”
“Daha 1960’lı yıllarda Bulgaristan Türk azınlığı üzerinde psikolojik baskılar başlatıldı. Oradaki Türklere şu yolda telkinler yapılıyordu:
Sizin atalarınız onlar değil, şunlardır! Resmen siz bu vatanın evlatları sayılırsınız. Ama yine de bu sadece resmiyette böyle. Eşit evlat muamelesi göreceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Gerçekte siz, bu ‘çok adil’ vatanın üvey evlatlarısınız… İşte, size dünyada eşi görülmemiş özgürlük veriyoruz: Adlarınızı değiştiriniz! Hadi, ne duruyorsunuz? Niçin hâlâ Türkçe konuşuyorsunuz? Bulgarca konuşun, bütün dünya anlasın sizi! Siz artık iki arada kalmış bir yığınsınız. Ne öteye, ne beriye… Sizin için Bulgarlıktan daha iyi bir şey asla olamaz…”[4]
İyi Komşuluk ve Dostluk Dönemi!
1968 yılında Todor Jivkof’un Türkiye’ye yaptığı gösterişli ziyaretten sonra, Türkiye ile Bulgaristan arasında «iyi komşuluk ve dostluk» dönemi başlamış oldu. Bu görünüşün bir de perde arkası vardı. Sahnede Türk-Bulgar ilişkileri günden güne gelişirken, sahne arkasında Bulgaristan Türk azınlığı üzerindeki baskılar gittikçe yoğunlaşıyordu. İlk bakışta çelişkili görünüyordu. Ama gerçekti. Bulgaristanlı bir Türk göçmeni bunu şöyle açıkladı:
“Türk ve Bulgar devlet adamları karşılıklı dostluk ziyaretleri yapacakları zaman Bulgaristan’da bizim yüreğimiz cız ediyordu. Çünkü Demirel veya Ecevit ne zaman Bulgaristan’a dostluk ziyareti yapsalar tam o sırada Bulgarlar bizim üzerimize çullanırlardı. Ön tarafta dostluk nutukları atılır, kadehler kaldırılırken, arka tarafta Bulgar bize yapmadığı eziyeti bırakmazdı. Pomaklara zorla Bulgar adı verilmeye başlanması tam böyle bir zamana rastlatıldı. Türkiye’ye pek bağlı olan bıı Müslüman kardeşlerimizin feryadı, Türk-Bulgar dostluk söylevleri içinde boğuldu gitti. Pomaklardan sonra sıra bize de gelir mi ve bu da bir Türk devlet büyüğünün Bulgaristan gezisine rastlatılır mı, diye korkuyorduk. Sonunda az çok öyle olmadı mı?”[5]
Soya Dönüş!
1980’lere gelindiğinde asimilasyonun diğer adı olan kaynaştırma-birleştirme politikası ile göç ettiremedikleri Müslümanların millî ve dinî kimliklerine müdahaleler artırıldı. Bu yıllarda Bulgaristan’ın başında bulunan Todor Jivkov sert asimilasyon dönemini başlattı. Türkçe konuşma yasağıyla başlayan bu süreç hacca gitme, sünnet olma, cenaze merasimlerine konulan yasaklarla 1984 yılından itibaren yapılan kanuni düzenlemelerle Müslümanların isimleri Bulgar isimleri ile değiştirildi.[6] Uygulanan bu asimilasyon politikalarına da ‘Soya Dönüş’ süreci denildi.
Haklarının verilmesini isteyen Müslüman Türkler önce iş yavaşlatma eylemlerinde bulundular. Daha sonra direnişlerini açlık grevleri ile sürdürdüler. Ancak geri adım atmayan Bulgar makamlarına karşı 20 Mayıs 1989’da Deliorman bölgesinde yürüyüşler ve mitingler düzenlediler. Bu protestolar kısa sürede Türklerin yaşadığı tüm bölgelere yayıldı. Bulgar yönetimi ise bu direnişe katılanlarla çatışmayı veya onları Belene ve Bobovdol gibi meşhur zorunlu çalışma kamplarına sürgüne göndermeyi tercih etti. Direnişe destek veren aydın ve ileri gelenleri ise yurt dışına (genellikle Türkiye olmak üzere) sürgün etti.
1987 yılında Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Turgut Özal, Bulgarların bu asimilasyon politikasına sert tepki göstermesiyle başlayan süreçte ülkemizde protestolar ve mitingler düzenlenmiş, televizyonlarda Bulgar zulmüyle ilgili diziler yayınlanmaya başlamış -Yeniden Doğmak-Belene- ve bu zulüm dünya kamuoyuna duyurulmaya çalışılmıştır.
Ayrıca Bulgarların ailelerinden ayırdıkları ve “Aysel Olayı” adıyla kamuoyunda da geniş yankı bulan parçalanmış aileler dramı Başbakan Turgut Özal’ın müdahalesi ile sona erdirilmiş ve bu çocuklar ailelerine kavuşturulmuştur.[7]
Turgut Özal Bulgarlara karşı dirayetli tutumunu sürdürerek Dünya halter şampiyonu “küçük dev adam” Naim Süleymanoğlu’nun Türkiye’ye getirilmesini sağlamış ve Bulgar zulmünün boyutunu dünyaya göstermiştir.
350.000 Mülteci
Bulgaristan gerek içerideki direnişler gerekse artan uluslararası kamuoyu baskısı karşısında beklenmedik bir kararla 29 Mayıs 1989’da daha önce yasakladığı yurt dışına çıkış yasağını kaldırmak zorunda kalmıştır. Devlet Başkanı Todor Jivkov’un Bulgaristan Radyo ve Televizyonu’ndan dünyaya duyurduğu bu kararda aynı zamanda Türkiye’ye sınır kapılarını açma çağrısı da vardı.[8] Bunun ardından Türkiye, bugün Suriyeli mültecilere karşı gösterdiği hamiyetperver politikalarını o gün için de Bulgaristan’da zulme uğrayan soydaşlarımıza göstererek sınır kapılarını açmıştır.
Dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın kararlı tutumuyla açılan sınır kapılarından iki hafta içinde 350 bine yakın mülteci Türkiye’ye giriş yaptı. Bulgaristan’daki diğer azınlık Müslümanlardan Pomak ve Tatarların bir kısmı da Almanya, Fransa, İspanya ve Hollanda gibi Avrupa ülkelerine göçtü. (Emin Atasoy) Aslında Bulgar yönetiminin niyetini yıllar sonra açılan belgelerde geçen Jivkov’un şu ifadeleri ortaya koymaktadır.
“Eğer biz bu halktan 200-300 bin kişiyi sınır dışı etmezsek 15 yıl sonra Bulgaristan artık olmayacak. Bulgaristan, Kıbrıs veya ona benzer bir şey olacak!”[9]
Bulgaristan tarım ve hayvancılığının temelini oluşturan Türklerin göç etmesi-ettirilmesi Bulgaristan ekonomisini sıkıntıya sokmuş ve uzun vadede bu durumu telafi edememişlerdir.
20. Yüzyılın Utancı: Bulgar Zulmü
Bulgaristan ve diğer Komünist ülkelerin Müslüman halklara yönelik uyguladıkları bu asimilasyon politikaları ve yaşanan dramlar 20 yüzyılın barış ve demokrasi kavramlarının havada uçuştuğu bir devirde birer utanç abidesi olarak hatırlanacaktır.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü Bulgaristan’daki komünist yönetimin de sonunu getirmiştir. Bulgaristan’da yaşanan yönetim değişikliği ve Avrupa Birliği’ne giriş süreciyle Bulgaristan’daki Müslümanlar bazı haklarını tekrar elde etmişler, HÖH (Hak ve Özgürlükler Hareketi) adıyla mecliste kendilerini temsil edecek bir siyasi partiye de sahip olmuşlardır. Bu olumlu hava Türkiye’de bulunan bazı Bulgaristan göçmeni Müslümanların tekrar geriye göç etmelerine ve çifte vatandaşlık hakkı kazanmalarının da yolunu açmıştır.
Geçmişte olduğu gibi
günümüzde de Türkiye, Osmanlı’nın mirasını devralarak insanlığın son adası olma
vasfını devam ettirmiş; Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da mezalim gören
Müslümanlara kucak açmaya devam etmektedir.
[1] Tarihçe-i Vak’a-i Zağra (Zağra Müftüsünün Hatıraları), Hüseyin Raci Efendi, İz Yayıncılık, İstanbul 2012.
[2] Bulgaristan’da Asimilasyon ve ‘Zavallı Pomaklar’ Adlı Bir Risale, Yard. Doç. Dr. Ahmet AKGÜN, sbe.balikesir.edu.tr/dergi/edergi/c8s13/makale/c8s13m1.pdf
[3] Hatıralar, Ölüm Daha Güzeldi, Ahmed DAVUDOĞLU, KİT-SAN, 1979.
[4] s. 349. Bilal N. ŞİMŞİR, Bulgaristan Türkleri, Bilgi Yay., Şubat 1986, 1. Basım, Ankara.
[5] S. 351 Bilal N. ŞİMŞİR, Bulgaristan Türkleri, Bilgi Yay., Şubat 1986, 1. Basım, Ankara.
[6] Bulgar Komünist Partisi ve Bulgaristan’daki Türklere Yönelik Asimilasyon Politikası, Nuri Ali TAHİR, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 8, Sayı 41, Aralık 2015, s. 583-584.
[7] Aysel Geldi, Vahdet Dergisi, Sayı 2-11-17, Ocak, 1988.
[8] ATASOY Emin, Siyasi Coğrafya Işığında Bulgaristan Türklerinin 1898 Yılındaki Zorunlu Göçü, İst Ünv. Edebiyat Fak. Coğrafya Dergisi, Sayı 21, s. 1-17 İstanbul 2010.
[9] ZAFER Zeynep, Bulgaristan Türklerinin 1984-1989 Eritme Politikasına Karşı Direnişi, Akademik Bakış Dergisi, Cilt: 3, Sayı 6, Yaz, Ankara-2010.