#

İki Teker

Yıllar önce bir arkadaşımdan, hiç açıp bakmadığı için dolabında gıcır gıcır hâlde bekleyen ve kendisi için önemsiz olduğu kadar benim için önemli olan çok kıymetli bir kitabı hediye aldım. Ayvansarâyî Hüseyin Efendi’nin 1768 yılında tamamladığı “Hadîkatü’l-Cevâmi” adlı kitabıydı bu. Hüseyin Efendi, 18. yüzyıl İstanbul’unda bulunan 821 cami ve mescidi gezerek bu eserini tamamlamıştı. Ancak bir tür ansiklopedik eser olan bu kitabın, öyle bir solukta falan okunabilecek bir yapıda olduğunu söyleyemem. Bu nedenle en başından başlayıp okumak kısmet olmadı benim için. Fakat yaklaşık iki hafta boyunca her gün kitapta anlatılan farklı camileri inceledim. Her bir sayfanın beni götürdüğü zaman dilimlerinde seyre dalıp saatlerce İstanbul’un eski camilerinin 18. yüzyıldaki hâllerini zihnimde tasavvur etmeye başladım bu eser sayesinde…

Günler sonra izlediğim bir belgeselin ve okuduğum başka bir kitabın da katkısıyla zihnimde hafta sonlarıma değer katabileceğim keyifli bir plan şekillenmeye başlamıştı. İzlediğim belgesel, İstanbul’da günlük yaşamda bisiklet kullanımını konu edinmişti ve farklı tarzda bisikletleri farklı amaçlarla kullanan insanların tecrübelerini yansıtıyordu. Okuduğum diğer kitabın adı ise “Pedalımda Beş Ülke” idi ve Bursa’da öğretmenlik görevini sürdüren, yaz tatillerinde bisikletleri ile farklı ülkeleri gezen, ülkemizden bir ailenin günlük notlarından oluşturulmuştu.

Bu iki kitabın ve izlediğim belgeselin üzerimde oluşturduğu olumlu etkiye binaen şunları düşünmeye başladım: Ayvansarayi Hüseyin Efendi’nin kendi döneminde yaşadığı bu önemli tecrübeyi güncel bir şekilde ben de gerçekleştirebilir miydim? Bisikleti İstanbul’da ben de âdeta bir ulaşım aracı gibi kullanabilir miydim? Hüseyin Efendi’nin büyük ihtimalle fayton ve benzeri araçlarla gerçekleştirdiği tarih keşiflerini ben bisikletle gerçekleştirebilir miydim?

O sıralarda İstanbul’da orta büyüklükte bir şirketin yönetim kurulu üyesiydim ve aslında zamanlama açısından böylesi lüks bir etkinlik planını nasıl gerçekleştirebileceğime dair pek de ümidim yoktu. Fakat denemekten zarar gelmeyeceğini düşünerek hiç zaman kaybetmeden kendime hemen bir katlanır bisiklet aldım.

Planıma katlanır bisikletle başlamamın gerekçeleri şunlardı: Her şeyden önce günden güne daha da çekilmez hâle gelen büyük ve ihtiyar şehrimiz İstanbul, bence bisiklet kullanımı için ideal bir şehir değildi. Ayrıca bisikleti çocukluğumdan beri sürmüyordum ve mahallemin dışına çıkabileceğim bir araç olarak da göremiyordum. Bu nedenle şehrin en sessiz saatlerinde keşifler yapabileceğim, yolda tıkanıp kalırsam yahut bisikletim bozulursa hemen bir toplu taşıma aracıyla eve geri getirebileceğim küçük ve yavaş bir bisikletle işe başlamalıydım. Şehrin uyku saatleri olan Pazar sabahları da benim için ideal keşif zamanları olacaktı…

Katlanır bisikletimi alınca birkaç gün kadar yalnızca evimin bulunduğu Bayrampaşa’da gezindim. Yoğun iş hayatımdan arta kalan zaman diliminde böyle bir spor etkinliğine başlamış olmak oldukça keyifliydi ve bisiklete neden yıllarca ara verdiğime dair zihnimde mantıklı bir cevap yoktu. Ancak yine de katlanır bisikletle amacıma çok da ulaşamam diye düşünmeye başladım. Tekerlek çapının küçük olması nedeniyle, ilk fırsatta kendime daha büyük bir bisiklet almayı düşündüm ve bu süreçte katlanır bisikletimle 20 kilometre mesafenin üzerinde birkaç küçük şehir turu denemem de oldu…

İzlediğim belgeselde aslında beni en çok etkileyen bisiklet, çocukluğumuzda “yarış bisikleti” olarak adlandırdığımız ve bizim mahallemizde yalnızca arkadaşım Faik’te bulunan “tur bisikleti” olmuştu. Öylesi bir bisiklet ile şehri çok daha rahat ve hızlı bir şekilde keşfedebileceğimi düşündüm ve bu tür bisikletlerin fiyatlarının oldukça yüksek olması nedeniyle bütçeme göre kendime alternatif bir model aramaya başladım. Tam o dönemde ek iş olarak aldığım bir kitap editörlüğü çalışmasından elde edeceğim gelir de bu küçük hedefime beni kavuşturmuş olacaktı. Nihayet birkaç ay içerisinde beyaz renkli bir yol bisikletim olmuştu ve artık şehir pedallarımın altında her gün biraz daha hızlı bir şekilde akıp gidiyordu…

Hüseyin Efendi gibi İstanbul’daki tüm cami ve mescidleri ziyaret etmek, her birinde ya bir vakitlik yahut da en az iki rekâtlık nafile namaz kılmak arzusundaydım ben de. Defalarca kez bunun denemelerini yaptım. Hiç gitmediğim ancak çok merak ettiğim pek çok İstanbul camisini bisikletimle ziyaret ettim. Pazar sabahlarında başladığım uzun turlar, bu planın hazırlık aşamasını oluşturdu sadece. Sonrasında bisikletim ve ben şehre alışırken, âdeta İstanbul da bizim bisikletli tarih turlarımıza alışmaya başlamıştı. Ayasofya, Ahi Çelebi Camii, Kalenderhane Camii, Eminönü Yeni Camii, Ortaköy Büyük Mecidiye Camii, Pertevniyal Valide Sultan Camii, Fenari İsa Camii, Bodrum Mesihpaşa Camii ilk ziyaretgâhlarım olmuştu. Bu önemli mabedleri ziyaret ederken yol üzerinde rast geldiğim Tur-i Sina Manastırı, Sveti Stefan Bulgar Kilisesi, Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi, Etz Ahayim Sinagogu, Karay Türklerinden kalma Karaim Sinagogu (Kinesa), Balat Musevi Hastanesi, Million Taşı, Ali Emiri Efendi’nin vakfettiği Millet Kütüphanesi, Köprülü Kütüphanesi, Sultan II. Abdülhamid Han Türbesi gibi yapıları da görmek ve keşfetmek imkânları bulmuştum. Şehrin ortasında bizlerin ve asırlarca birlikte yaşadığımız insanların atalarından kalma onlarca, yüzlerce, binlerce yapı vardı ve bu yapıların etrafında hayat tüm yoğunluğu ile kendi halinde akıp gidiyordu. Kalabalıklar içerisinde az sayıdaki dikkatli ve hevesli gözlerin ilgisine muhtaç durumda bekleyen bu yapıların burnunun dibine kadar bisikletimle gidip sokuluyordum ve tarihin kokusunu içime çekebiliyordum… 

Zaman içerisinde, eşime aldığım ancak şehir içerisinde daha ziyade benim kullandığım bir de şehir bisikletimiz olmuştu. Planım çok hızlı ilerlemiyordu belki ama haftalar ve aylar geçtikçe bisiklet önemsediğim bir ulaşım aracı olarak hayatımın ayrılmaz bir parçası hâline geliyordu. Derken birkaç ay sonraki yaz tatilimizde, bisikletlerimizle Erdek’in sahil köylerini ve adalarını da keşfetmeye başlamıştık. Şehre dair planlarım aklımın daima bir köşesine kazınmış olsa da biz artık bisiklet tutkumuzla şehre sığmaz olmuştuk.

Durum bu şekilde iki yıl boyunca devam etti. İş yoğunluğum ise günden güne artıyordu ve planımı tam olarak gerçekleştirebileceğim nitelikli bir zamanlama imkânından yoksun durumdaydım. Sonrasında hayatın yeni sürprizleri ile planlarımı güncellemek zorunda kaldım. Kaderin bir tecellisi ile eşimin Edirne Keşan’da öğretmenlik görevine başlaması, yeni yollarda yeni bir bisikletle yeni bir hayata başlamamı sağlamıştı. İstanbul’daki işimden ayrıldım ve Keşan’ın köylerini keşfedebilmemi mümkün kılabilecek irice bir dağ bisikleti aldım kendime. Aylardır yoğunluklarımdan arta kalan zamanlarımda burada tanıştığım dostlarımla pek çok bisiklet turuna katıldım. İstanbul’un yoğunluğundan, egzoz dumanından, betonundan ve gürültüsünden uzaklarda, pek çok Trakya köyünü ve bu köylerdeki tarihî yapıları bisikletlerimle keşfetmenin tarif edilemez keyfini sürdüm. Halen de bu güzel keşif tutkusunu, her geçen gün bir bisiklet temin ederek aramıza katılan yeni dostlarımla pekiştirmekteyim.

Şu anda farklı yol yapılarına ve farklı amaçlara göre tasarlanmış dört farklı bisikletim var. Köy köy, ilçe ilçe gezip Trakya’nın tarihî yapılarına dair genel kültürümü her geçen gün artırmaya çalışıyorum. Bu süreçte dünyanın “en masum ulaşım aracı” olan bisikleti kullanmanın tarifsiz keyfini sürüyorum. Bir gün bir Trak kralı tümülüsünde, bir diğer gün adını daha önce hiç duymadığım küçük bir köyün eski mezar taşları arasında, bir başka gün eski bir hamam kalıntılarında veya bir Osmanlı camiinin haziresindeyim…

Ayvansarâyî Hüseyin Efendi’nin ulvî hizmeti kadar kapsamlı ve görkemli bir çalışmayı kısa vadede gerçekleştiremeyeceğimden artık eminim. Ancak imkânlarım doğrultusunda amaçlarıma belli çerçeveler çizdim ve her fırsatta bu çizgileri zorlamak hayatıma yeni ve güzel renkler katıyor. Bisikletimle her gün yeni bir tarihî yapıyı keşfetmenin huzurunu yaşıyorum artık. Sonuçta büyük bir merakla ve hayatımıza kazıdığımız farklı ve özgün spor-tarih-keşif kombinasyonuyla, önemli bir alternatif hobi faaliyetinin içerisinde bulduk kendimizi. Bu amacıma destek olan değerli dostlarımla birlikte her hafta sonu için yeni planlar peşindeyiz. Trakya’daki tarihî bir yapıya dair mahalle sakinlerine veya köylülere sorular sorduğumuzda “Defineci misiniz beaa?” karşılığını almak, her defasında yüzlerimizi tebessüm ettiriyor. Bizlerse ziyaret ettiğimiz yapılara bisikletle ulaşmanın, tarihi fotoğraflamanın ve oralarda gerçekleşip unutulan yaşanmışlıkları hissetmeye çalışmanın tarif edilemez keyfini sürüyoruz…