#

Diriliş Ruhuna Muhtaç Diyarlardan Selam!

Frances Kinsley Hutchinson, 1908 yılında Balkanları otomobille dolaşır. 48 günlük gezisinde bölgenin kültürel zenginliğini yakından tanır, her fırsatta tarihî yapıları ve mabetleri fotoğraflar. Karadağ’ı, Bosna Hersek’i ve Dalmaçya’yı olabildiğince keşfeder. Girdiği pek çok Balkan köyünde, Boşnakça/Sırpça/Hırvatça dilini bilmemesine rağmen ezberlediği aynı soruyu sorarak insanlarla diyalog kurar: “Kako se zove ova selo?” (Bu köyün ismi ne?) Kendi kültürleri ile kendilerini selamlayarak köylerini ziyaret eden bu yabancı gezgine Balkan köylüleri epey yakınlık gösterirler. Merak ettiği yerler hakkında bilgi verir ve onu her defasında en güzel şekilde ağırlarlar.

            Nihayetinde aynı dili konuşabilmek güzeldir. Tek cümleden ibaret de olsa sıcak bir iletişim kurabilmek, ilk kez karşılaştığımız insanların sıcaklığını hissedebilmek, ortak ifadelerle yakınlık sağlayabilmek farklı bir paydaşlık duygusunu doğurur. İnsanı insana yakınlaştırır.

            Bizler de yine birkaç köyü gezdik arkadaşlarımızla, dimağımıza birkaç küçük tecrübe daha ekleyiverdik. Aynı coğrafyanın farklı diyarlarını dolaştık yine. Bu toprağın ortak selamı olmasına binaen, yine “Selamün aleyküm!” dedik girdiğimiz köylerde. Ancak bazen, Fuzûlî’nin Şikâyetnâme’sinde zikrettiği gibi “rüşvet değildir diye” olmasa da alınmadı selamımız. Zira İslami bir selama mugayir olarak “Merabayın!” denilirmiş bazı köylerde. 1400 senedir Müslümanlar arasında en güzel bir barış mesajı ve en sade bir girizgâh geleneği olarak sürdürülen selamımıza, bu kez gitmiş olduğumuz bir Müslüman köyünde karşılık bulamadık. Aradığımızı bulamadığımız köylerden bahsedecek olduğumuz için mekân ismi zikredemeyeceğiz maalesef.

            Fırsat buldukça öğrenci dostlarımız ve genç arkadaşlarımızla birlikte çeşitli köylere bisiklet turları gerçekleştiriyoruz. Böylesi bir günde öğle saatlerine doğru Cuma namazı için bölgemizdeki köylerden birine pedal çevirmeyi, yaklaşık 15 kilometre kadar sürmeyi kararlaştırdık. Öyle de yaptık. Yolları bozuk olmayan bir köye varmak üzere yola koyulduk.

            Bisiklet turları için önceden zamanlama yapmak her defasında doğru beklentileri doğurmuyor. Lastik patlıyor bazen, bazen zincir atıyor, bazen yağış bastırabiliyor, bazen arkadaşlarımız susuz/soluksuz kalabiliyor; neticede en organik ulaşım yöntemini denediğimiz için pek çok doğal ve teknik faktörün etkisiyle süratimiz düşebiliyor. O gün de biraz öyle oldu. Gerilerde kalıp hızımızı düşüren ve ayna kolunda arıza olan bir arkadaşımız nedeniyle Cuma namazını kaçırabileceğimizi düşündük. Ancak köye vardığımızda ezan henüz okunmaktaydı. Bisikletlerimizi  caminin bahçesine bıraktık ve ömrümüzce daha önce hiçbirimizin görmediği o büyük sürprizle karşılaştık: Cami bomboştu!

            Arkadaşlarımızın bir kısmı Anadolu’nun muhtelif ilçelerinden gelen üniversite öğrencileriydi. Bense kısa bir süredir bu şehirde yaşıyordum. Ömrümüz boyunca ezan sesini duyduğumuz her yerde namaz kılınır, cami hayatın merkezi noktasında yer alır, özellikle köylerde Anadolu’nun güzel İslami hassasiyetleri en masum bir şekilde yaşatılırdı. Cuma namazları ise savaş dönemlerinde dahi mümkün olduğunca en yoğun kalabalıkla icra edilirdi; bizler böyle bilirdik. Ancak geldiğimiz köyde bir şeyler değişmiş gibiydi. Caminin 10 metre kadar yakınındaki kahvehanede Cuma cemaati olabilecek bir kalabalık bulunduğu hâlde ezan okunuyor ve camiye hiç kimse gelmiyordu. Köyde imam da yoktu zira köyün bu hâliyle imama ihtiyaç duymadığından olsa gerek, köy çocuklarının anlattığına göre son gelen iki imam kısa sürede başka yerlere tayinlerini aldırıp gitmişlerdi. Fakat boş ve ölü bir köy değildi burası sonuçta, çevrede yaşam alametleri bulunmaktaydı: Köy kahvehanesinin çaprazında bulunan boş bir alanda farklı renklerdeki içki şişelerinin üst üste atılmasıyla âdeta yapay bir tepecik inşa edilmişti!

            Köy meydanında oyun oynayan 3 küçük çocuğu da çağırıp 4 kişilik ekibimizle birlikte 7 kişi olarak Cuma namazını kendimiz kıldık. Camide unutulmuş eski bir dinî kitaptan “İslam’da Sosyal Adalet” başlıklı bir bölümü de hutbe olarak okuyuverdik. Namazdan sonra duamızı edip köyden ayrıldık. Kahvedeki ahali, camiden çıkan yabancıları görünce meraklanmış elbette, “Merabayın!” diyerek el salladılar bize. “Selamün aleyküm!” dedik, “Merabayın merabayın, hoş geldiniz…” dediler. Daha evvel 10 kilometre kadar gerideki başka bir köyde “Selamün aleyküm”deki ısrarımıza “Merabayın diyoruz ya kardeşim!” fırçası yediğimizden ısrarcı da olmadık. Hâl hatır sorup o köyden ayrılıverdik.

            Buralara ilk taşındığımda bu çevrenin tarihi ile ilgili bir kitap okumuştum. İçerisinde, bir önceki köyün çıkışında tarihî bir şehitlik bulunduğu yazıyordu. Dönüş yolunda o köye varınca yolda yürüyen bir amcayı durdurup şehitliği sorduk, “Siz fazla gelmişiniz, geride kaldı orası!” dedi. Mezarlık hakkında duyduğu rivayetleri dinleyip bu kez bisikletlerimizi 1 kilometre kadar geriye sürdük ve mezarlığı bulmaya çalıştık. Küçük ve kırmızı bir “Şehitlik” tabelası koymuşlar meğer önüne, ilk geçişimiz hızlı olduğundan görememişiz. Şimdi dikkatle geriye doğru sürdüğümüzden buluvermiştik. Aslında ortalıkta mezarlık olduğuna dair bir işaret ilk bakışta yok gibi. Ancak meşe ağaçlarının arasındaki çalı çırpıya dikkatle göz gezdirdiğimizde, farklı boyutlarda sivri şekilli pek çok ürkütücü mezar taşının bulunduğunu görebiliyorduk hepimiz. Artık umulmadık bir yerde karşımıza çıkıveren umulmadık bir mezarlığın huzurundaydık.

            Köyde şehitliğin yerini sorduğumuz amca, bu mezarlığın 600 yıldan fazla bir geçmişi olduğunu, burada Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarında askeri bir birliğin bulunduğunu, bir gece baskınında köydeki bütün askerlerin kılıçtan geçirildiğini (düşmanın kim olduğu bilinmiyor) ve bu şehitliğin köyün ismini çağrıştırması nedeniyle bu rivayetin kuşaktan kuşağa aktarılmakta olduğunu söylemişti. “Bunları da şimdikiler bilmez zaten, iyi ki bana denk geldiniz. Millet yanından geçip durur da o ağaçların arkasında ne var diye bakmaz bile… Gidin bakın, her taraf içki şişesi ve çöp orada!” demişti. Maalesef gerçekten de mezarlıktaki vaziyet aynen öyleydi.

            Şehitliğe gerçekleştirdiğimiz bu ilk ziyaretimizde hava oldukça rüzgarlı ve kapalıydı. Yağmura yakalanmamak adına ziyaretimizi kısa kesip mahallemize dönmek zorunda kaldık. Birkaç hafta sonra güneşli bir günde, aynı arkadaşlarımla güzel ve aydınlık fotoğraflar çekebilmek üzere yeniden aynı mezarlığa gittik. Bu iki ziyaretimiz arasında, şehitlik içerisinden traktörlerin tarlalara ulaşmak için geçmeleri nedeniyle oluşan çirkin patikaya bir yenisi daha eklenmişti. Taşlardan iki tanesi bu yeni patika yolu üzerinde dümdüz hâle gelmiş, yerle bir olmuştu. Daha kötüsü, mezarlığın arka kısmında bulunan büyükçe bir taş (sanırım en büyüğü oydu) yerinden sökülmüş ve altında büyükçe bir çukur kazılmıştı. Belli ki tarihimizin ve kültür mirasımızın azılı düşmanı defineciler burayı da yoklamışlardı. Yine de ayakta kalmaya devam eden isimsiz ve düzensiz durumdaki onlarca sivri mezar taşı ise bu güzel yaz güneşinin altında, unutulup gideceğimiz günlere dair ibretler sunuyordu bizlere. Ayaklarımıza takılan ve pantolonlarımızı delen dikenlere rağmen her bir taşı tek tek inceledik, hiçbirinde hiçbir yazı veya işaret yoktu. Kimlikleri unutulmuştu bu insanların. Bizler de sessizce burada unutulanların suskun bekleyişini izliyorduk.

            Burası hiçbir askerinin ismi dahi bilinmemekte olan bir birliğin yüzlerce yıldır tarih nöbeti tutmakta olduğu ıssız ve sessiz bir ibret müzesiydi; çevrede burayı pek duyan bilen de yoktu. Selamımızı almayan etraftaki köy ahalisi ile birlikte yüzlerce yıllık geçmişinin ardından ağaçların arkasında ve otların arasında unutuluveren bu kadim şehitlik, Cemil Meriç’in yenilgilerimize dair yegâne mesajını hatırlatmıştı bizlere: “Türkiye, ruhunu kaybetti. Toprak mı? En değersiz şeyimizdir belki de! Belki de en değersiz şeyimizi kaybedince her şeyimizi kaybettiğimizi anladık: Ruhumuzu!”

            Bu topraklarda daha çok çalışıp daha fazla değer üretmek adına, bu ülkenin ruhunu kaybetmiş köylerinden ve ruhunu kaybetmiş sokaklarından ibret almak zorundayız hepimiz. Günün birinde bir diriliş neslimiz olacaksa eğer, kendi hudutlarımız içerisinde kaybettiğimiz topraklarımızın öylesi nesiller tarafından sulanıp diriltilmeye muhtaç olduğunu görmek zorundayız.