#

Her Derde Deva Efsanevi Kavram: Laiklik

Her ne kadar birçok asker bu tabiri pek kabul etmese de bir askerî darbe girişimi atlattık. Fakat hâlâ tehlikenin geçmediği veya hasarların onarılamadığı kabul ediliyor. Adli süreç devam ediyor, her geçen gün o gece ve öncesine dair yeni şeyler öğreniyoruz. Yani henüz, ortada nihayete ermiş bir durum yok. Binaenaleyh bu konuyu kapsamlıca değerlendirmek için erken. Fakat şu anda hem devlet yapısını hem de toplumun siyasete bakışını değiştirmekte olan bir süreçten geçiyoruz. Bu bağlamda, bu süreçte nerede durduğumuzu ifade etmesi açısından, bu güne kadar konuşulanlar içerisinde itiraz etmek istediğimiz bazı söylemler var. Şunu da ifade etmeliyim ki bu yazıda yaptığımız eleştiriler birlik ve beraberliği zedeleyici söylemler değil bilakis bu tip söylemlere cevap niteliği taşımaktadır.

Darbe girişiminde sonra, televizyondaki açık oturum programları daha önce hiç olmadığı kadar izlenmeye başladı. Emekli askerler, itirafçılar, konuyla yakından ilgilenen gazeteciler derken 5-6 saatlik programlar yapıldı, çok da ses getirdi. Genel olarak medyada ama spesifik olarak bu programlarda, özellikle Ergenekon ve türevi davalarda hukuku çiğnenmiş TSK mensuplarının ön planda olduğu, devletin kurucu değerlerine yeniden dönüp toplumsal bütünlüğü sağlama söylemi üzerinden, bir çeşit Kemalizm -ve hususen laiklik- övgüsü yapılıyor ve bazen açık açık bazen imalı cümlelerle “Geldiniz işte dediğimiz yere!” deniliyor.

15 Temmuz itibariyle artık herkesçe bir terör örgütü olduğu kabul edilip FETÖ (Fethullahçı Terör Örgütü) diye anılan bu yapıya ilişkin, yapıp etmelerini insanlık dışı bulup reddettiğimiz PKK/IŞİD gibi örgütlerin ortaya çıkma ve palazlanma, kendilerine bir sosyolojik taban bulabilme süreçlerine ilişkin yaptığımız değerlendirmelere benzer bir değerlendirme yapmaya çalışalım. Laiklik acaba bugün yaşadığımız problemin çözümü müymüş, sebebi mi?

Balyoz davasında tutuklu yargılanmış, SAT komandosu bir binbaşımızın demeçlerini aktaracağım:

“Bir arkadaşımı yanlış anlaşılabilir diye namaz kıldığı için uyarmıştım. Ama o arkadaşım o davranışın dışına hiç çıkmadı. ‘Ben bir gün öyle bir gün böyle davranmıyorum. Beni tanıyın.’ dedi. Ben onu korumaya çalıştım her zaman. Hiçbir zaman bu tarafa da kaymadı o çocuk. Ama siz bir inanç doğrultusundan bir sebeple yön değişikliği gösteriyorsanız onda bir sıkıntı vardır.”

Çok güzel mesajlar içeren bir paragraf değil mi? Biraz irdeleyelim. Arkadaşını, namaz kıldığı için uyarmış. Sebep, yanlış anlaşılabilir olması. Namaz kılmak ne açıdan yanlış anlaşılacak? Olay ne yani? Anlatırken hiç garibine gitmiyor Binbaşımızın. Sonrasında, o arkadaşın inancını hiç gizleme gereği duymadığını, bir inançtan dolayı yön değişikliği göstermenin yanlış olduğunu söylüyor. Çok güzel, peki böyle davranan diğer subayların akıbeti nice olmuştu TSK’da? Tabii mezkûr subayın akıbeti ne oldu onu da bilemiyoruz, büyük bir ihtimalle birkaç YAŞ içerisinde ihraç edilmiştir.

Diyoruz ki, bunlara bukalemun demek bukalemuna hakaret olur. Tamam, kabul. Peki aslan gibi kendini belli edenler kaç sene barınabilmiş kurumda? 2000’lere kadar neredeyse her sene, insanlar onar yüzer ‘irtica’ suçlamasıyla ordudan ihraç edilmiyor muydu? Bakın 28 Şubat’ın etkisi ve sair olgulardan bahsetmeden, sadece ordu bünyesindeki durumu ele alıyorum.

Demece devam:

“1993 yılında Lucky-S uyuşturucu gemisi krizi olduğunda tim komutanı olarak görevdeydim. Tim bütünlüğünü sağlamak için bir otelde yemek düzenledim. İki astsubay personel bu yemeğe katılmak istemedi. Sebebinin ise yılbaşını içkili yerde kutlamanın inançları gereği doğru olmadığını söylediler. O iki personelden biri TSK’dan yüksek askeri şura kararıyla atıldı. Ve atılırken de SAT Komutanlığı’nın koridorlarında ‘Menderes’i de bu subaylar astı. Beni atsalar çok mu?’ diye bağırarak çıktı ordudan. Diğer astsubay Akıncılar üssünde bu fenalıkları yapmak için üsse giden timin içindeki astsubaydı. İsmini, ailesini düşünerek açıklamak istemiyorum.”

İkinci astsubayın akıbeti malum, darbeye katılmış. Birinci astsubay ise oldukça anlamlı bir soru sormuş çıkmadan evvel: “Menderes’i de bu subaylar astı, beni atsalar çok mu?”

Tabii bu kadar ordu-dindarlar ilişkisi üzerine yazıp da meselenin bamtelini es geçmek olmaz. Evet, başörtüsü.

Binbaşımız son günlerde gözaltına alınan/tutuklanan cemaat mensubu kadınlara atfen “Şimdi ben de diyeyim mi ‘Benim başörtülü bacımı götürmeyin.’ Demek ki mesele din, başörtüsü değilmiş!” diyor. Tamam işte komutanım, biz de aynısını söylüyoruz ama daha 9 sene evvel, eşi başörtülü birinin cumhurbaşkanı olması söz konusu olduğu için sözde değil özde laiklik vurgulanarak 12’ye 5 kala muhtıra yayınlanmadı mı Genelkurmay Başkanlığı makamından? Yanlış mı hatırlıyorum? Yaşım küçük, 28 Şubat’ı hatırlamıyorum ama Cumhuriyet Mitingleri gözümün önüne geliyor hâlâ. Hakkıyla kazandığı madalyayı törende alamayanların haberlerini mi çıkaralım arşivden, üniversite sınavında derece yaptığı hâlde adı “gurur tablomuz” listelerine alınmayan mı? Yoksa oğlunun tezkere töreninde “görüntüyü bozmaması” için ya arka sıraları gitmeleri ya da alanı terk etmeleri “rica edilen” annelerden mi? Bakın dikkat ederseniz oğlunun mezuniyet törenine diyemiyorum, zira annesi başörtülü olan zaten giremiyordu askeri okullara.

Velhasıl-ı kelam; dindarlar için orduyu bir kızıl elma hâline getiren, kapısından giremediği yere bacasından girmeyi ilke edinmiş bir cemaatin toplumdan eleman devşirmesinin, “tedbir” anlayışını dinle tevil edip insanları ikna edebilmesinin önünü açan sıkıntılı bir dönem.

Dolayısıyla artık lütfen, “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde”, mevcut hastalığa sebep olan bir önceki hastalığı yekvücut olmamızın yegâne yolu olarak sunmaya çalışmaktan vazgeçin.