#

Koskoca Bir Nesli Tarihten Soğuttuk

O bir tarihçi, radyocu, programcı, seyyah, araştırmacı, yazar, fenomen… Bir koltukta çokça karpuz taşıyan değerli bir ismin, Talha Uğurluel’in kapısını çaldık bu sayımızda. Hem yeni çıkacak kitabını hem de son yılların pek hararetli konularından biri olan tarih dizilerini sorduk. Biraz özeleştiri yaptık az biraz da vurduk sazın teline. Bereketli olsun.

Bu sayımızda biraz eğitimin konuşulmayan taraflarını konuşalım istedik. Tarih de maalesef okullarda bilinçten yoksun bir şekilde öğretiliyor yıllardır. Köklerimizi bir türlü bulamamamız, hafızasız kalmamız bugünü, gençliği, vizyonumuzu nasıl etkiliyor sizce?

Türkiye’de tarih öğretme metodunu yeniden gözden geçirmemiz icap ediyor. Biz koskoca bir nesli anlaşma ve kongre maddeleriyle tarihten soğuttuk. Bu şekilde bir tarih anlatım ve öğretim şekli olmaz. Tarihte amaç akılda kalıcı bir şekilde tarihî şuuru vermektir. Bu nasıl olur? Bir, hikâye diliyle olur. Hikâye dilinden kastım menkıbe tarzı bir anlatım değil ama gerçek olaylar, gerçek şahıslar ve sanat eserleri; olay, mekân, şahıs ve zaman dörtgeninde sunulabilmelidir. Bir de bu teknoloji kullanılarak yapılırsa tadından yenmez.

Tarih ilmi neden bu kadar önemli? Bulunduğumuz şehrin tarihini, tarihi yapılarını, Osmanlıyı, padişahları bilmesek ne kaybederiz?

Fatih Sultan Mehmet’in büyüklüğünü, Yavuz’un kararlılığını, Abdülhamid Han’ın siyasiliğini, Alparslan’ın adanmışlığını, Nureddin Zengi’nin diğergamlığını, Selahaddin Eyyubi’nin hedefe kilitlenmesini bilmeyen; Osman Gazi’nin Kur’an karşısındaki saygısı kulağına fısıldanmamış bir genç birçok manevi dinamikten eksik kalacaktır. Holywood filmleriyle, birtakım teknolojik bilgisayar oyunlarıyla, pembe dizilerle, romanlarla, Da Vinci Şifresi gibi hem romanı hem filmi yapılan yapıtlarla birçok şey aşılanırken bunlara karşı gencimizi en güçlü tutacak şey tarih şuurudur.

Son zamanlarda halkta karşılık bulan yerli ve yabancı dizilerde tarihî şahsiyetlere ağırlık verildiğini görüyoruz. Bunun en güzel örneklerinden biri Diriliş. Yıllardır uyanmayan fetih ruhunu bu dizi ile gençlerde hissedebiliyoruz. Bu konuda neler söylersiniz?

Dizi ve roman meselesi yıllardır kanayan yaramızdı. Oryantalist bakış açısıyla hazırlanmış, yabancı kaynaklardan beslenmiş, yabancılara ait sanat/kültür/dinî anlayışı barındıran diziler -hele hele atalarımızı anlattığını iddia eden ama atalarımızın giyim kuşamıyla, harem-hamam adabıyla vs. alakası olmayan fantastik Osmanlı dizileri- bize bambaşka ve çarpık bir ecdat sunmaya başlamıştı. Fakat Ertuğrul, Filinta gibi diziler entrikasız, fuhşiyatsız da reyting alınabileceğini yayıncılara göstermiş oldu.

Bu dizilerde genç arkadaşların ilgisini çeken nokta ne olabilir?

Bir adam ki hem yakışıklı hem inançlı hem ceddine saygılı hem iyi bir savaşçı hem de çok çalışkan.  Bir de diğer dizilere bakalım. Bir adam yakışıklıysa çapkındır, aklı havadadır, tüm ilgisi kadınlaradır. Tarih dizileri zaten başka bir konu. Ağzına zemzem akıtılarak, kulağına Kur’an okunarak ölen bir tane adam gösterin bana. Hepsi hayırsızlık içinde, fitne fücur, arkadan çukur kazma, dedikodu, normal yolla ölen kimse yok, herkes zehirleniyor. Halbuki Diriliş Ertuğrul’da çok güzel örnekler görüyoruz. Muhyiddin İbn-i Arabi hazretleri önünde iki büklüm devlet liderleri, oba reisleri görüyoruz. Bunlardan fazlası vardı bizde. İşte bu örnekleri gençlerin görmesi gerçekten çok önemli.

Periscope yayınlarınızla teknoloji ile kuşaklar arası bir köprü kuruyorsunuz. Bu fikir nasıl oluştu ve gelişti? Nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

2 yıl önce İnstagram fenomenleri ile bir Kapadokya programına davet edilmiştim. Katılımcı arkadaşlar benim tarih sevgimi, tarih ile sanatı sentezleme gayretimi görünce Periscope’tan bahsettiler ve orada bir şeyler yapmam konusunda beni gayretlendirdiler. Uygulama önce pek hoşuma gitmedi çünkü ne yazık ki şer ellerde çirkin amaçlarla da kullanılıyordu ama sonra dedim ki hiçbir sosyal medya programının iyisi kötüsü olmaz. İyi kullanırsan iyidir. Tebliğ bir Müslümanın hayatında olmazsa olmaz bir unsurdur. Ben de her gün geziyorum. Her gün bir memlekette konferans veriyorum. Sabah uçağıyla gidiyorum. Akşama kadar orada cami, han, hamam, köprü ne varsa kabir kabir dolaşıyorum. Ben bunları dolaştığımda açayım telefonu, canlı canlı insanlara da anlatayım dedim ve başladım. İki sene oldu. Şu an Periscope takipçi sayım Twitter’ı geçmek üzere, hatta geçtiğimiz aylarda Periscope’un Türkiye fenomeni ilan edildim. Her programda 10-20 bin canlı izleyicim oluyor. Geçen hafta İtalya turum vardı. Vatikan’ı gören Melek Şatosu’ndan yaptığım yayın 14 bin kişi tarafından izlendi. Düşünün 14 bin kişi. Bir konferans salonuna en fazla 2 bin kişiyi doldurursunuz. İşte böyle bir Periscope maceramız başladı. İstikrarlı bir şekilde devam ediyor.

Tarihçi olmak isteyenler kendilerine nasıl bir yol haritası çizsinler? Tarihçiye ihtiyacımız var mı?

Son yıllarda yanıma birçok genç geldi tarihle ilgilenen.  Onlara diyorum ki bir işi gerçekten seviyorsanız yapın. Çünkü seviyorsanız ömür boyu tatilde gibi olursunuz. Ben bazen normal bir mesaili bir insanın çalıştığının on katı, yirmi katı çalışıyorum. Bazen oluyor ki on gün evime hiç gidemiyorum ama yorulmuyorum. Niye? Çünkü ben bu işi seviyorum. Arkadaşlara tavsiyem; sevdikleri işi hedeflesinler. Tarihi seçecekler ise bu konuda en iyi olacaklar ise yapsınlar. “Öğretmen olurum, bir okula kapağı atarım, maaş sahibi olurum, sonra emekli olurum…”  gibi basit hedefleri varsa hiç düşünmesinler.

Yabancı kaynaklardan Osmanlı tarihini öğrenmek bir handikap mıdır?

Harf İnkılabı sonrasında bize ait olan kaynaklar acımasızca yasaklandı. Kapatıldı. Arşivlerde kilit altında tutuldu. Yabancıların bizim hakkında anlattıkları ise alabildiğine özgür ve serbest bırakıldı. Böyle olunca tek taraflı bir gıdalanma söz konusu oldu. Bizim gençliğimiz tarihi dekolte elbiselerle gezen, onun bunun ayağına çelme takan, testere filmindeki adamdan daha çok adam öldüren Hürrem Sultan’dan öğrenmeye başladılar. Ama artık Türkiye çok değişti. Arşivlerimiz açılıyor. Tasnif ediliyor. Son derece duyarlı sanatçı ve sanat tarihçilerimiz açılan bize ait eserlerin ışığında bugün gençlerin daha iyi anlayacağı eserler hazırlıyorlar. Benim kitaplarımda da bize ait kaynaklar taranmış, o mekânlara gidilmiş, fotoğraflar çekilmiş, minyatürlerle/gravürlerle süslenmiş ve gençliğe böyle arz edilmiştir.

Yaşadığımız bu asırda modernite bir nevi unutkanlık yapıyor. Bunu mimaride, yeme, içme alışkanlıklarında, giyim kuşamda, sanatta, sokakta fazlasıyla görüyoruz. Siz örneğin bir Mimar Sinan, bir Mevlana, bir Yunus Emre olsaydınız bu unutkanlığı, tabiri caizse bu uyurgezerliği nasıl yorumlardınız? Ne öğütlerdiniz?

Bu unutkanlığın sebebi bizim gençlerimiz değil. Mesela bugün Üsküp, Bağdat deyince ne geliyor bizim gençlerimizin aklına? Hâlbuki Yahya Kemal Üsküplü, Ahmet Haşim Bağdatlı. Bu ne demek? Birileri son bir asırda bize, bize ait değerleri, bizim izimizin olduğu mekânları ve hatıraları unutturmuştur. Bu yanlış gıdalanma dolayısıyla bugün gençlerimizde ne yazık ki bir cehalet söz konusu. Gençleri geçtim, camideki amcalar bile namaz kıldığı camideki o mermer işlemenin farkında değil. Bilmediği için zaten ne yapıyor, o mermerleri yeşile boyayıveriyor. Hani cennete gitmeyi arzu ediyor ya çok büyük sevap kazandığını düşünüyor mermeri yeşile boyayarak. Bu bizim kaybolmuş üç neslimizin hepsinde var.

Zaman makinesi icat olsaydı hangi döneme, kimin yanına gitmek, neye müdahale etmek, neye şahit olmak isterdiniz?

Memlükler dönemine gitmeyi çok isterdim. Memlukler, Moğolları yenen tek devlettir. Kültürleriyle, sanatlarıyla bir numaradırlar. İslam sanatının zirvesidirler. Onların dönemine gidip o taş ustalarını görmek, askerî dehalarını ve Moğolları nasıl yendiklerini öğrenmek, Kur’an-ı Kerim aşklarını görmek, insan yetiştirme sistemlerine şahit olmak isterdim. Memluk, kölemen demek, köleler devleti. Köle çocukları alıp onları hiç üzmeden, küçümsemeden geleceğin komutanları ve devlet başkanları hâline getirebiliyorlardı.

İlk kıblemiz Kudüs’le ilgili yeni bir kitabınız çıktı. Nedir hikâyesi?

Üç kutsal şehrimizin bilinmemesi içimde bir hicran, bir yaraydı açıkçası. Mekke’nin, Kâbe’nin bile tarihi bilinmiyor. Kâbe’yi son kez IV. Murat’ın yaptırdığından bihaberiz. Oraya gidip Kral Fahd, Kral Faysal kapılarını öğreniyoruz ama Murat Kapısı’ndan bihaber dönüyoruz. Kudüs de hepimizin kalbinin bir köşesinde ama Kudüs’ten de habersiziz. Kubbet’üs-Sahra neresi, Mescid-i Aksa neresi gibi saçma bir tartışma hâlâ yapılıyor. Peygamber’den, sahabeden, Memlük’ten, Eyyubilerden, Selçuklulardan, Osmanlı’dan yani bizden bir hatıra barındıran bir coğrafya orası. 1073’te yani Malazgirt’ten 2 sene sonra kurulan, başkenti Kudüs olan bir Türk devletinden hiçbirimizin haberi yok. Artuk Bey’in mezarının orada olduğunu bilmiyoruz. Bunu gibi daha bir sürü detayın tek tek bulunması icap ediyordu. Ben yıllardır gidip geliyorum, bu eksiklikleri görüyordum. En sonunda niyet ettik, böyle bir çalışmanın içine girdik. Birçok destek aldım. Türkiye’yi seven Filistinlilerden tutun başka din mensuplarından aldığımız bilgilere kadar, tabiki TİKA’nın da muhteşem desteği ile gerçekten muhteşem bir ekip çalışması oldu. İkinci kitap “Kudüs Eski Şehir”, üçüncü kitap -inşallah- Filistin Toprakları olacak.

Okuyucularımıza bir mektubunuz varsa iletelim.

İmam-hatipli kardeşlerimiz için şunu söyleyeyim: Marmara Üniversitesi Sanat Tarihi’nde çok sevdiğim bir hocam vardır, Selçuk Hoca. O derdi ki “En iyi sanat tarihçileri ilahiyatçılardan çıkar.” Siz ki Kur’an-ı Kerim’i kendi yaşıtlarınızdan daha iyi biliyorsunuz. Hadisi şeriflere daha vâkıfsınız ve dinî altyapınız çok daha iyi. Bizim kültürümüz, sanatımız, tarihimiz dinimizle hep ortak hareket etmiştir. Siz de bu bakış açısı ile sanat tarihimizi, köklerimizi, Mekke, Medine ve Kudüs’ümüzü o gözle daha iyi kavrayacaksınız. Sadece sınıfınızın değil insanlığın öğretmeni olmayı hedefleyin. Adımlarınızı büyük atın.

Gençlerimize bir türkü armağan edin hocam, varsınlar bu sohbetin üstüne bir türkü dinlesinler.

Yıllarca radyoculuk yapmış birine güzel bir soru J Ben bu türküyü ne zaman dinlesem, aklıma tarihte diz dize oturup yanlarında bulunmak istediğim büyüklerimiz gelir. Belki bunu yazan bir kıza sevdasından yazmıştı ama ben bu türküyü her dinlediğimde bize unutturulan Selçukluyu, Osmanlı’yı, değerlerimizi hatırlıyorum: “Ben Bir Selvi Boylu Yardan Ayrıldım.” Oradaki selvi boylu yar bana maneviyatımızı sırtlamış atalarımız gibi gelir. Lütfen gençlerimiz bu türküyü bir de gözle değerlendirsinler.