Maneviyatın ‘Light’ Olanı
“Yirminci yüzyıl insanının temel sorunu nedir?” diye sorar Rollo May ve kendi sorusuna kendisi cevap verir: “Boşluk” İnsanlar neyi istediklerini ve neyi hissettiklerini bilmemektedirler.
Burada boşluk sözcüğünü kelime anlamıyla almamak gerekir. Boşluk yaşantısı, insanlar kendilerini kendi hayatları ve içinde yaşadıkları dünyayı değiştirme bakımından etkili bir şey yapamayacak kadar güçsüz hissettiklerinde sökün eder. İçsel boşluk ya da “içimizdeki yoksulluk” kişinin kendi hayatını yönlendirebilecek veya başka insanların kendisine yönelik tutumlarını değiştirebilecek bir aktör olamadığı durumlarda belirginleşir. Ümitsizlik ve çaresizlik galip gelir ve nihayet insanlar istemekten, irade etmekten de vazgeçebilirler.
Modern Batılı insan yüzyıllar boyunca rasyonalite, tekbiçimlilik ve mekanikliğe vurgu yapan bir eğitim tornasından geçirilmiştir. İçsel boşluğunu sezen modern insan, kendi başına kalmaktan korkar, bir yalnızlık korkusu içinde yaşar ve içindeki boşluğu dolduracak müsekkinlere yönelir. Tüketim kültürü, sözde manevî rehberler, gurular, işkolik yaşam tarzı insanın bu iç boşluğunu gidermek için emre âmâde bekletilmektedir zaten.
Modern insanın temel meselelerinden birisi de ölümle yüzleşememesi, “ölüme doğrudan bakamaması” dahası onu inkâr etmeye yönelmesidir. Bir tür beden oymacılığı olan kozmetik endüstri ve plastik cerrahi, ölümü durdurma saplantısından ekmek yemektedirler. Ölümün inkârı giderek hayatın inkârına dönüşmekte, varoluşsal nevroz insan ruhunu yurt edinmektedir. Gaye yokluğu, modern tecrübeyle birlikte bir gulyabanî gibi insanın yolunu kesmekte, hayat anlık hazların doyurulduğu bir ritüeller dizisi olarak algılanmaktadır. Böyle bir fidelikte mistik yönelişler kaçınılmazdır.
İnsanın ruh yarasına deva olacağı düşünülen bilim, teknik ve ilerleme fikri, deva olmak bir yana, insanın yabancılaşmasını tırmandırmaktadır. Kendi benliğinden daha yüksek bir iradeye yönelmek, insanın doğasında vardır. Varoluşun niçin sorununa cevap veremeyen ve giderek bir “uzman körlüğü”nden muzdarip olan modern bilim, insanın yönünü aydınlatmıyor. İnsanlar da bu yüzden onun kapsamadığı bir alana, metafiziğe çeviriyorlar bakışlarını.
Ünlü kişilik kuramcısı Robert Cloninger 90’lı yıllarda kişilik boyutları arasında aşkınlık boyutunu da ekleyerek insanın aşkın olanla kurduğu ilişkiyi bilimsel bir düzlemde yeniden tanımlamak istiyordu.
Ama neden zahmete, oluşa, çileye dayalı bir manevî yönelişi tercih etmiyorlar da içeriği boşaltılmış bir maneviyata yöneliyor insanlar?
Bence bu sorunun cevabı, insanların modernitenin sunduğu zihinsel ve fiziksel konfordan vazgeçmeden içsel boşluklarını doldurmak istemelerinde aranmalı. Erich Fromm’un meşhur dikotomisine başvurursak, sahip olmak ya da olmak arasında çileli bir seçim yapmaktansa her iki şıkkı birden işaretlemek istiyor modern insan. Bir feragat söz konusu olacaksa, tercihini olmaktan vazgeçmek adına kullanıyor.
New Age dinleri, içi boşaltılmış sufizm ve Doğu meditasyonları, manevî açlık içinde debelenen Batı insanına pansuman niyetine servis ediliyor uzun yıllardan beri. Bu vasıtalarla, endüstri toplumunun yalnız ve tedirgin insanı içindeki boşluğu onardığı hissine kapılıyor, kendisini bir süreliğine de olsa iyi hissediyor.
Yaşadığımız zaman diliminin özelliklerinden biri, ‘adanmışlıktan uzaklaşma’ olarak tarif ediliyor. Bu, aşkınlıkla ilişkilerimiz için de geçerli. Kimse kulaklarını ve kalbini inandığı Tanrının sözlerine sonuna kadar açmıyor.
Maneviyat ve din, insanın aidiyet sorununa köklü bir cevap sunuyorlar. Dolayısıyla, üyelerini onaylıyor, teyid ediyorlar. Çağımızın tedirgin insanı özgürlük ve onaylanma arasındaki çelişkiyi yoğun bir biçimde yaşıyor ve Tanrıyla kurduğu ilişkiyi dahi, özgürlüğünü yitirme korkusu adına, daha pragmatik bir düzlemde inşa ediyor. Böylece maneviyat onun hayatını dönüştürmüyor, sadece ruh üşümesini bir yere kadar iyileştiriyor ve reel dünyanın kazanç ve faydalarından vazgeçmesi icap etmiyor.
Bu “light” maneviyat, bütün diğer tüketim nesneleri gibi, kişinin geçici bir süre için kullandıktan sonra buruşturup attığı basit bir tüketim nesnesine dönüşüyor ve insan kişiliğinde kalıcı bir etki bırakmıyor. Zahmete, oluş çabasına, çileye yaslanmayan bir arayış, sonuç itibarıyla, iyileştirmeye çalıştığı boşluğu büyütmekten öte bir anlam taşımıyor. Yunus’un Tapduk’un dergâhına kaç yıl odun taşıdığını “light maneviyat ehli” unutmuş olmalı.
Bilinen bir sûfî öyküyü hatırlamanın tam da sırası. Sekizinci yıla ait bu öykü, Belh hükümdarı İbrahim b. Edhem’le ilgilidir ve bu olaydan sonra İbrahim b. Edhem’in “yola girdiği” belirtilir:
İbrahim b. Edhem bir gün sarayında uyurken gece yarısı tavandan tıkırtılar gelir. Sanki damda birileri yürüyor gibidir. İbrahim b. Edhem, “Kim var orada?” diye bağırır. “Bir dost!” diye cevap verir meçhul bir ses. “Devemizi kaybettik de, damda onu arıyorum.” İbrahim b. Edhem, “A ahmak!” diye seslenir. “Damda deve mi arıyorsun?” Meçhul ses, “A düşüncesiz!” diye karşılık verir. “Sen ipek elbiseler içinde ve altın sedirde uyuklayarak Allah’ı arıyorken, biz niye deveyi damda aramayalım?”