Betül Soysal Bozdoğan, Aynı Sırayı Paylaşanlar’da!
Bu sayımızda; küçük yaşlarında büyük konferanslarda şiir okuyan bir çocuktan İmam Hatip sıralarında radyo programcılığı yapan bir genç kıza doğru, davasını kuşanarak kendinden emin adımlarla ilerleyen; şimdilerde TRT başta olmak üzere medya ve habercilik sektöründe, sivil toplumda “Değişen Türkiye’de Kadın” ve aynı zamanda üç çocuk sahibi bir anne olarak ciddi bir yer alan ve de aynı sıraları paylaştığımız Betül Hanımefendi ile yakın tarihte geçirilen süreçlerden ve bu süreçlerde üzerine düşen rollerden yola çıkarak keyifli ve ufuk açıcı bir hasbihal gerçekleştirdik.
28 Şubat’ın etkisini de göz önünde bulunduracak olsanız geçmişe şöyle bir dönüp baktığınızda ideallerinizin şekillenmesi ve bunların gerçekleşmesi adına en önemli şeyin ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Siyaseti yaşam tarzı olarak benimsemiş bir ailenin içerisine doğdum. Annem de babam da çok fazla arazide çalışan insanlardı, dolayısıyla ben de o sosyal yaşamın yoğun temposunun içerisinde büyüdüm. Annem 90’lı yılların başında Gaziantep’te kadın teşkilatlarını kuran kişidir. Ben de arazide anneme yol arkadaşlığı yapıyordum. Hak mücadelesinde bulunma süreciydi aslında bu ve bu süreçte çok genç yaşlarda olmama rağmen aynı kaygıyı ben de taşıyordum. Muhafazakâr camianın yeni yeni özel radyolarının ve televizyonlarının oluşmaya başladığı 90’lı yılların ilk döneminden bahsediyorum, o dönemde mütedeyyin camianın çok canlı hissiyatları vardı. Çok iştiyaklı, çok heyecanlı bir süreci yaşıyordu o kesim. Dolayısıyla radyo ve televizyonların açılma süreci de bu kesimi çok mutlu etti ve çok sıkı takipçisi oldular. Desteklemeye, katkı sunmaya çalıştılar. İmece usulü götürülen bir radyoculuk faaliyetinden bahsediyorum. Ve bizde de o doğal süreçler içerisinde hep toplumla bir şeyleri paylaşma kaygısı vardı.
Bir pazar günü ailecek İmam Hatipli bir ablanın programcı olduğu bir radyo yayınını dinliyoruz. Babam dedi ki: “Betül sen niye program yapmıyorsun?” Tabii o zamana kadar hiç aklımdan böyle bir düşünce geçmemişti. Babam öncülük etti, birlikte radyo kanalını ziyaret ettik. Orada bana bir alan açtılar. Şimdi anlıyorum açılan alan aslında çok ciddi bir alanmış. Lise 1’e gidiyorum, hafta içi her akşam yayın yapıyoruz. Bir radyo için ciddi dinleyici kitlelerinin aktif olduğu bir saat dilimi. Ben de bıkmadan usanmadan her gün ayrı bir heyecanla hazırlanıyordum. Yine böyle siyaset ve gündemi analiz eden, zaman zaman dinî sohbetler de yaptığımız bir program yapıyordum.
İmam Hatip gençliğini çok dinamik buluyorum.
Özellikle o süreçlerde Bosna, Afganistan, Kıbrıs, İmam Hatip meselesi, Ayasofya bizim çok canlı konularımızdı. Bosna süreci devam ederken -bugün gibi hatırlıyorum- gözyaşlarıyla yayınlar yapardım ve dönüşler de o şekilde olurdu. Ninelerimiz, dedelerimiz ararlardı; onlar da gözyaşları içerisinde duygularını ifade ederlerdi. Böyle bir duygu alışverişinin olduğu bir atmosferden bahsediyorum.
O günlerden bugünlere aslında konjonktürel olarak çok fazla şey değişmedi. Ama biz toplum olarak değiştik galiba. Bugün de yine Suriye, Yemen, Somali, Arakan gündemleri var ama acaba bu coğrafyalar için ne kadar gözyaşımız oluyor, ne kadar heyecan hissediyoruz bir şey üretmek için? Bu soruları sormak lazım. Eğer kaybedilen bir heyecan varsa kesim olarak yeniden bu duyguları yeşertmek, yeni bir şey üretmek için neler yapabiliriz? Bu soruların cevabını aramak lazım diye düşünüyorum. Ümmet coğrafyası bilinci çok önemli. Bu anlamda ben İmam Hatip gençliğini çok dinamik buluyorum, ümit vadeden bir nesil yeniden yetişiyor hamdolsun.
Bu sayımızda çalışkanlığı ele aldık. Malumunuz, çağ bize yattığımız yerden dünyayı kurtarabileceğimiz hissini vermeye çalışıyor. “O kadar da değil!” diyoruz ama bir hantallık çöküyor yine de. Tam da bu noktada, size okul sıralarından TRT stüdyolarına kadar eşlik eden azmin kaynağını sormak istiyoruz. Geçtiğimiz yıl, yılın televizyon programcısı ödülünü aldınız. Sizi bugünlere taşıyan gayretin ardında ne vardı?
Normalde söylediğiniz gibi çağın getirdiği bazı eğilimler var. Ama bizim bunun da ötesine geçerek iki kat performans sergilememiz gerekti. Şöyle ki 28 Şubat engeli bizi eğitimden kopardı ve erken yaşta aile kurmaya itti. Bu sürecin olumlu sonuçları da oldu ama zorlayıcı tarafları da çok fazlaydı. Şöyle ki ben hem iki çocuk sahibi bir anne olarak hem ev hanımı olarak, aynı zamanda geleneksel değerlere de önem veren bir gelin olarak da tırnak içerisinde pek çok sorumluluğum vardı. Ama kendimi geliştirmek de istiyordum. Üniversite okumak istiyordum, bununla birlikte sosyal yaşama dair ideallerim vardı. Bu idealler sizi zorluyor ve pek çok yükün altına birden girilen bir hayattan bahsediyorum size.
“Bir Müslüman hanımefendi olarak bana açılan alanı en iyi şekilde değerlendirmeliyim.” diye düşündüm.
Hem anne olarak hem ev hanımı olarak hem birilerinin gelini/evladı olarak 2004’te çalışma hayatına girdim, çalışma hayatıyla birlikte de üniversite hayatım başlamış oldu. Çok yoğun bir hayattan bahsediyorum. Tabii bunları yaparken de rolleriniz arasında belli bir hiyerarşi kurmanız, önceliklerinizi belirlemeniz gerekiyor. Ve özellikle en merkeze koyduğum annelik rolünü aksatmamam, ileriye dönük “keşke”lerimin olmaması gerekiyordu. Hâlihazırda da bu süreçleri yönetirken bizi ayakta tutan yüksek bir idealin olması gerekiyordu.
Biz hiçbir zaman kişisel kariyer hesaplarının içerisinde olmadık. Yani şahsen ben hiçbir zaman mesleki anlamda “Şurada olmalıyım.” diye düşünmedim; “Bir Müslüman hanımefendi olarak bana açılan alanı en iyi şekilde değerlendirmeliyim.” diye düşündüm. Yüksek bir hedef koyuyorsam da onu kendim için değil daha başka ideallerim için oluşturdum. Bu, insana gerçekten çok yüksek bir motivasyon veriyor.
Çok farklı rollerden bahsettim. Bu roller arasında hiyerarşi kurarken en merkeze “iyi kul olma” amacını koyuyorsunuz. Evet, annesiniz, eşsiniz, bir yerde öğrencisiniz diğer tarafta iş kadınısınız. Ama en temeldeki rolümüz olan “kulluk rolü”nü en merkeze koydum. Daha iyi bir kul nasıl olabilirim? Sonrasında daha iyi bir anne nasıl olabilirim? Daha iyi bir eş nasıl olabilirim? Daha iyi bir iş kadını nasıl olabilirim? Bu motivasyonla hayata baktığınız zaman hayat daha başka oluyor.
Radyo programcılığına babam, TV programcılığına annem motivasyon kaynağı oldu.
Mesleki anlamda televizyonculuk sürecinizden bahseder misiniz? Yusuf Kaplan’la tanışıp TV5’e girmeniz nasıl oldu?
Hiçbir zaman idealimde gazetecilik mesleği yoktu. Biraz kitlelere ulaşma isteği, derdini paylaşma isteği beni medyaya yönlendirmişti. Zaten pek çok engelle karşılaştığımız için de lise sonrasında evlenip İstanbul’a geldim. İstanbul’da yuvamı kurdum, iki kızım üst üste dünyaya geldiler. Biri üç, biri beş yaşındayken şartlar biraz daha olgunlaşmıştı.
2 çocuk annesi bir hanımefendi olarak artık çocukların kreş döneminde gün içi saatlerimin müsait olduğu ve “Acaba yeniden radyo programı yapmaya başlasam mı?” diye kendime sormaya başladığım bir süreçti. O zaman TV5 yeni kurulmuştu. Yusuf Kaplan Genel Yayın Yönetmeni’ydi. Annem “TV5 isminde bir televizyon kurulmuş, sen radyo programı yapmıştın, TV programı da yapabilirsin.” demişti. Radyo programcılığına babam öncü olmuştu. TV programcılığına da annem motivasyon kaynağı oldu. Bizim inancımıza da çok uyan bir şeydir öyle değil mi? Biz girişimde bulunuruz, gereken çabayı ortaya koyarız sonrasında da takdir-i ilahî deriz. Dolayısıyla benim bir çabayı, bir girişimi ortaya koymam gerekiyordu.
Gittik, görüştük saygıdeğer hocamızla. O da sağ olsun TV ekranlarının kapısını bize açmış oldu. Bir yönetici-çalışan ilişkisi değil de bir hoca-öğrenci ilişkisi vardı çalıştığım kurumda. Aynı zamanda üniversiteye de başlamış oldum, mesleki anlamda okulumdu orası. Yusuf Hoca bize her zaman talebesi gibi bakar, bizi karşısına oturtur, konuşmalar yapar, mesleği öğrenmemize dair tüyolar verirdi. İş hayatına dair oradan çok şey öğrendim. TV5’te aile programları ile birlikte başladım. Orası benim okulum oldu. Sonrasında TVNET, 24TV, TRT Türk ve TRT Haber olarak devam etti.
Daha fazla kadının ön plana çıkması gerektiğini düşünüyorum.
Geçirdiğimiz sürece bakacak olursak muhafazakâr hanımefendilerin ekran önünde yer almasını, zihniyetlerdeki bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Bu tabii ki güzel bir gelişme, bunu yaşadığımız değişim süreçlerinin bir yansıması olarak değerlendirebiliriz. Artık ekranlarda daha fazla başörtülü sunucu, spiker veya moderatör var. Biz daha genel bir perspektiften bakacak olursak yıllardır ötelenen “başörtülü kadın” artık siyasette daha aktif, medyada daha görünür. Bununla birlikte tüm kamu alanlarında yer alabiliyor, yönetim mekanizmalarında çalışmalara katılabiliyor. Çok güzel bir gelişme. Ancak yeterli değil, daha fazla kadının ön plana çıkması gerektiğini düşünüyorum.
Liseli yıllarımda radyo programcılığı yapmaya başladığım süreçte bir tartışma vardı, radyoculuk daha muhafazakâr kesimde çok yeni bir olguydu. “Kadının sesi haram mıdır, program yapması ne kadar doğrudur?” veya “Kadının iş hayatında olması ne kadar doğrudur?” vb. sorular bu dönemde çok soruldu. Çünkü o dönem bizler için yeni gelişen bir süreçti, bunlar yeni sosyolojik olgulardı.
Durağanlığı kabul etmeyen bir meslek gazetecilik.
Meraklısı için gazetecilikteki başarı formülünüzü bizimle paylaşır mısınız?
Gazetecilik önemli bir meslek alanı diye düşünüyorum. Kitleleri etkileme imkânınız var. Bir tık toplumun önünde olmanız, bazı durumlarda kanaat önderliği yapmanız gereken bir alan. Dolayısıyla akademik anlamda kendinizi iyi donatmanız, sürekli okuyan ve kendini geliştiren bir yapıya sahip olmanız gerekiyor.
Eğer gazeteci olmak istiyorsanız okumayı ve gelişmeyi seven biri olmalısınız. Durağanlığı kabul etmeyen bir meslek gazetecilik. Zaten biz işimizi hep okuyarak ve yazarak yapıyoruz ama bunun çok çok üstüne çıkarak bazı spesifik alanlarda da derinleşmek gerekiyor. Bu sadece “Bana verilen görevi yaptım, bitti.” gibi değil. Yeni şeyler üretmek ve yorumlamak ana ilkesiyle 24 saatinizi kapsayan bir meslek… Gündemdeki gelişmelere iyi hâkim olmanız gerekiyor; sosyolojiyi iyi okumanız, toplumu iyi tahlil etmeniz gerekiyor. Eğilimler nelerdir, toplumda neler oluyor, hangi değişimler yaşanıyor buna biraz bakmamız gerekiyor.
Ben kadın başlığına, siyaset ve gündeme çok fazla odaklandım meslek hayatım boyunca. Söylediğim gibi aileden gelen bir şey. Yakın siyaset tarihini kitaplardan değil de bizzat yaşayarak; annemden ve babamdan dinleyerek görmüş, öğrenmiş oldum. Aynı zamanda sivil toplum her zaman hayatımda olmuştur.
İnsanın mesleğinin yanında bir de gönüllülük faaliyeti olması gerektiğine inanıyorum. Son dönemde özellikle Anadolu’dan çok fazla davet geliyor konferans için. Elimden geldiğince gidiyorum da çünkü toplumumuzu tanımamız gerekiyor. Her bir ilimiz farklı güzellikler, kültürel zenginlikler, farklı bir insan dokusu barındırıyor. Aslında bizim mesleğin önü çok açık, ucu bucağı yok.
Mesleki yaşamınız boyunca sizi duraksatan, yer yer üzen olay ve durumlarda daima kendinize hatırlattığınız bir şey var mı?
Gazetecilik çok kuşatıcı, hayatınızın her alanında olan sürekli kendini yenilemeyi gerektiren bir meslek. Sektörün yorucu temposuna dair bazı zorlukları da var. Aynı zamanda hayatta bahsettiğimiz diğer rollerimiz de olduğundan dolayı bu tempo tabii ki ister istemez zaman zaman insanı yoruyor. Ancak şunu söyleyeyim her zaman dik bir duruş sergilemek ve ilkeli olmak noktasında tabii ki motivasyon kaynaklarımız inancımız temelli oluyor. Zor zamanlarımda kendime hatırlattığım bir cümlem var onu sizinle paylaşabilirim özellikle şu cümle benim için güzel bir motivasyon kaynağı oluyor:
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”
İmam Hatiplerin sahibi halktır.
İmam Hatip yıllarına dair unutamadığınız bir anınız var mı? İmam Hatipli olmanız gazeteciliğinize nasıl etki etmiştir?
Gaziantep Şahinbey İmam Hatip Lisesi’nden mezun oldum ben. 80’lerin sonunu düşündüğümüz zaman ortaokul süreçlerinde o tabloyu hiç unutamıyorum, her sırada üç kişi otururduk. Epey kalabalık sınıflardı ama öğretmenlerimiz çok idealist ve özveriliydi. Bizim yetişmemizde büyük emekleri vardır. Bazen bu dersi mutlaka kayıt altına almalıydım, diye düşündüğüm konferans niteliğinde derslerimiz olurdu. O dönemler devlet imkânının İmam Hatiplere sunulduğu bir süreç değildi, İmam Hatipler daha çok halkın desteği ile bir şeyler yapmaya çalışıyordu.
Çoğu İmam Hatip okulunu halk, cami yaptırır gibi kendi arasında para toplayarak yaptırmıştı. İmam Hatiplerin sahibi bu anlamda halktır. İşte o imkânsızlıklar sürecinde çoğu hocamız bize hafta sonlarını ayırır ve ücretsiz kurslar verirlerdi. Bu gerçekten çok kıymetliydi, yoğun çalışan bir öğretmenin hayatına baktığınızda herhalde hafta sonu dinlenmek ister ailesiyle. Ama okul şartlarını bildiğinden dolayı gençlerin geleceğine bir katkı sağlamak için hafta sonunu hediye ediyor. Bunu unutamıyorum.
Bir de şöyle bir şey anımsıyorum: Çok çalışkan bir öğrenciydim. Hatırlıyorum, önlüğünü çıkarmadan eve gelince hemen ödevini yapan bir çocuktum. Takdir edersiniz ki devamsızlık yapmayı çok sevmezdim. Tek kaçamak yaptığımız dönem olarak seçim zamanlarını örnek verebilirim. Arkadaşlarla böyle bir anımız var: Lise döneminde seçim zamanlarında biz de evlere karanfil, çiçek, kahve poşetleri dağıtırdık. Yani bu kadar çalışkan bir öğrenci olarak seçim dönemlerinde okulu asardım, bunu hatırlıyorum.
İmam Hatipli olmanın en güzel yanlarından biri de diğer liselerde alınan müfredatı eksiksiz almanın yanında İslami ilimlerle hemhal olmaktır. Sizin lise yıllarınızda meslek dersleri de dediğimiz bu derslere bakışınız nasıldı?
Bizim meslek derslerimiz gayet ağırdı, bir dönem içerisinde 100’ün üzerinde hadis ezberlediğimizi hatırlıyorum Arapça ve Türkçesiyle. Okulda genel bir gayret vardı. Bunu hiçbir zaman yük olarak görmedik. Ben küçük yaşlarımdan itibaren şuna inanırdım ve bunu çocuklarıma da şuan söylüyorum: Kur’an ve hadis ezberi zihni açan bir işleve sahip. Allah Teâlâ beyni o kadar farklı bir yapıda yaratmış ki siz o hücreleri ne kadar fazla kullanırsınız o kadar fazla potansiyeli genişliyor. Diğer derslerinizdeki bereketi de artırıyor. Bu anlamda pek çok hafızlık çalışması yapan arkadaşlarımızı biliyorum. Bu arkadaşların akademik hayatlarına baktığımız zaman görüyoruz ki derslerinde de çok başarılılar. Şunu da unutmamak lazım lise, ortaokul yılları hayatınızın belki de en önemli yılları. Bilgi birikimi noktasında en temel bilgileri tam da o dönemde oluşturuyorsunuz, geri kalan yaşamınızın bir bölümünü o yıllardaki birikiminizle geçiriyorsunuz. Dolayısıyla lise yıllarında ne kadar ezber yaparsanız, ne kadar fazla İslami bilgiyi öğrenir ve temellendirirseniz o kadar güçlü bir yaşam tarzınız olur diye düşünüyorum.
Hayattaki vazifemiz, dünyaya bir söz bırakmak olsa siz ne söyleyip göçerdiniz?
“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. (Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz.)” Her bir Müslüman, nefesini teslim ettiği zaman biz bu ayeti söylüyoruz fakat en çok kendimize söylememiz, yaşarken de hatırlamamız gerekiyor. Ne kadar çok kendimize söylersek o kadar diri olmamıza, o kadar güzel yaşamamıza vesile olacaktır.
Kısa Keselim Aydın Havası Olsun
Sizin başkentiniz neresi?
Kudüs
En sevdiğiniz kitap?
Çöle İnen Nur
Rol modeliniz?
Dr. Gülsen Ataseven
Kiminle röportaj yapmak isterdiniz?
Seyyid Kutub
Gazeteci olmasanız ne olurdunuz?
STK gönüllüsü