#

İKİNDİ KANDİLİ


Sümeyye Kabdan

Ne çok severdi ikindi vaktini. İkindi vakti onun altın çağı idi. Gününün en bereketli zamanlarından biri olarak addediyordu. Hele en sevdiği selâtin camilerinin birinin avlusunda o vakti denk getirebildiyse ondan mutlusu yoktu. Sanki o an dünyada bir tek o camii avlusu, bir ikindi vakti bir de kendisi vardı. “Zamanı durdurmak” değil de zamana ait iz bırakmak diye bir şey olsaydı, o burada olmalıydı. Gerçi çeyrek asır görmemiş ömründe kim bilir cenneti hatırlatan Allah’ın yarattığı daha nice güzellikler vardı. Keşfetmek duygusu, içinde diriydi. Bu hissi kaybetmediğinde çok şükrediyordu.

İstanbul’da öğrenci olmanın güzel yanlarını saymakla bitiremezdi ama en çok ilkbahar ve sonbahar Şehzade Cami’sine âşıktı. Bir gün dersten çıkmış, tatlı bir ikindi vakti kendini yine burada bulmuştu. Eylüldü, sonbahardı. O ağacı bulmuş, altına oturmuştu. İlk başta kendini mekâna ayarlar; önce havayı teneffüs edip aşinalık kazanır,  daha sonra gözlerini etrafta şöyle bir gezdirirdi. Ağaçlara vuran ikindi güneşinin çimenlerde bıraktığı gölgede yaprakların hareketinin ahengini seyreder, kâh kuşların zikrini dinler kâh o zikre eşlik eder, sonra bakışlarıyla buluşan hazîrenin sessiz sesinde hem sekineti hem de kendini bulurdu. Tüm bu girizgâhtan sonra diğer ritüele geçer; kitabını, yüzü biraz yıpranmış taba renkli deri çantasından çıkarır, okumaya koyulurdu.

Ah bir de gövdesine sırtını dayadığı, gölgesinden istifade ettiği ağacın adını bilebilseydi… Mustafa Kutlu’yu andı, o olsa kesin bilirdi. Ağaçların ve çiçeklerin isimlerini bilmek ayrı ama ne güzel bir ilimdi. Öğrenmek için niyet aldı. Nasıl olsa İstanbul’da geçireceği zaman fazlaydı.

Kapak resminde “Karahindiba” bulunan, kahverengi-siyah renkli kitabı eline aldı. Az önce ettiği niyeti hatırladı. Karahindiba diye fısıldadı kendince, Karahindiba. Herkesin çocukluğunun çiçeğiydi. Elinde kitabın basım tarihine bakarken bunu bilmenin mutluluğu ile hafif tebessüm etti. Çiçeklerle, ağaçlardan daha fazla tanışıklık içerisindeydi. Bunun sebebi anneannesinin çiçeklere karşı olan ilgisi olabilirdi. Çiçek deyince de “Türkiye’nin çiçekleri” projesinin sahibi Ahmet Zeki Yavaş Hoca’yı hatırladı. Bir de burada onu andı.

Okumak için elinde tuttuğu bu kitap ile tanışıklığı çok güzel bir tevafuklar silsilesiydi.  İmam Hatip yıllarında dostluklarını sürdürdüğü arkadaşlarıyla bir kış günü Nurettin Topçu hayatı, fikirleri ve “Var Olmak” kitabı üzerine konuşmak için buluşmuşlardı. Hem hasret giderecekler hem de toplantılarına böyle insanları konu edinerek günlerini bereketlendireceklerdi. Nurettin Topçu deyince İsmail Kara’nın, Ezel Erverdi’nin, Mustafa Kutlu’nun satırlarından yolu geçmezse insanın, tanış olmak biraz eksik kalırdı. O gün de öyle olmuştu. Bir dostu, şu an elinde tuttuğu o kitabı getirmiş, başka bir dostu Nurettin Hoca’yı konu edinen bir dergiyi, bir başkası izlediği bir belgeselden tuttuğu notları getirerek farklı şeyler öğrenmenin güzelliğine ermişlerdi.  O soğuk kış gününde bu güzel insanların satırları ve dost muhabbetleriyle içlerini ısıtmışlardı. Kendi nârını harlayan ise dostunun getirdiği kitapta geçen, Mustafa Kutlu’nun hocası için yazdığı “Suya Hasret” yazısı olmuştu.  Her insanın, insana açtığı bir kapı, o kapıdan girilince karşısına çıkan nice çiçekli bahçeler vardı. Dostu onu kitaptan şümul böyle çiçekli bir bahçeye bırakmış; o da çiçeklerin rayihası ile mest, görüntü ve çeşitlilikleriyle hayran olmuştu. Burada çok sevdiği şairin bir sözünü hatırladı: “Netice itibariyle her insan bir âlemdi ve Allah âlemlerin Rabbi… “

Artık girdiği bahçede, kaldığı çiçekten devam etmenin sırası gelmişti. Yine bir heyecan ile yürümeye/okumaya başlamış, acaba yine hangi dilinden düşürmeyeceği anekdotlara şahit olacağını merak ederek çok sevdiği çini desenli ayracını sayfaların arasından çekmişti.  Bahçenin sonuna yaklaştığını fark edince bir yandan içini buruk bir hüzün kaplamış, bir yandan da bir yol boyu geride bıraktığı çiçeklerin güzelliğine bakıp, içi gökkuşağının sevinciyle harmanlanmıştı. Kapı kapıyı daha nasıl bu kadar güzel açabilirdi ki… Bir dost ona bir yazıyı, bir yazı ona bir kitabı, o kitap ise dillendiremeyeceği, kelimelerle ifade edemeyeceği, betimleyemeyeceği kadar güzel bir bahçe sunmuştu.

Bu kitap tabiri caizse onun ikindi vaktiydi. Yazarın latif üslûbuyla çizdiği portreler ve ömrü boyunca rast gelemeyeceği insanların hayatları ise efsane biten günbatımlarıydı. Bazen bir çay bahçesinde tatlı tatlı esen rüzgârın eşliğinde sohbet ediyormuşçasına, bazen akşam misafirliğine gitmiş de duvar boyu kitaplığı olan ve hat-tezhip levhalarıyla tezyîn edilen salonda oturmuş dinliyormuşçasına, bazen de akşamüzerleri Beylerbeyi’nden Üsküdar’a yürüyormuşçasına… Güzel atlara binen, kalpte uzun soluklu yer edinen ve kubbede hoş seda bırakan iyi insanların hayat hikâyeleriydi.

Avluya akşamın renkleri eşlik eder olmuştu. Göğe baktı, günbatımıyla göz göze geldi. Gül kokusu ile karışık mermer kokusunu derin derin teneffüs etti ve bir nazlı gelin edasıyla süzülen Şehzade Cami’sine dingin bir nazar eyleyerek, kitabın ismini hafif ve huzur dolu bir ses tonuyla iki kez tekrar etti:

Sözü dilde hayali gözde, sözü dilde hayali gözde…