#

Testinin Dışı

 Bilinen tüm doğruların yavaş yavaş çürümeye yüz tuttuğu günümüzde onca güzelliği gövdesinde barındıran tek canlıdır insan. Yaşama gücünü diğer insanlarla iç içe olmaktan alan; sevgi, saygı ve hoşgörü ile beslenen, varlığını bu koşularda sürdüren beden ve ruh bütünüdür.

   Pekâlâ, biz bu bütünü nasıl diri tutabiliriz? Ya da insan, çevresindekilerden öncelikle neyi bekler? Ne dersiniz? Belki birkaç latif söz… Tabii ki de eşrafı mahlûkat, kendini mutlu hissetmek için güzel sözler duymak ister. Keza aklımıza şu soru gelebilir: Tatlı kelam kimlerle yapılır? Cevabı Hz. Mevlana’da gizli: “Testinin içinde ne varsa dışına o sızar.” Anlayacağınız, latif söz için düşüncelerimizin de billur olması gerekir. Yani gönül aynasının da cilalı olması elzemdir. Fikriyatımız önce gönlümüzle uyuşmalıdır ki sonra o büyülü kelimeler testiden dışarı sızsın.

    Mütemadiyen iki günü birbirini tutmayan bizler nasıl sadece güzel bakan değil, güzel gören ve latif konuşan insanlar olacağız? Keza bizim her hâlimiz o kadar farklıdır ki bir yanımız günlük güneşlik, bağ bahçe iken; diğer yanımız kış ayazı, kar soğuğudur. Galiba işin sırrı Şeyh Galip’in şu beytinde saklı:

     “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

     Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

(Kendine güzelce bak ki âlemin özü sensin. Sen varlığın gözünün bebeği olan âdemsin.)

Biz, Hakk’ın özüyüz. Hak, bizim gönül aynamızda parıldar ve dışarı yansır. Hakkı bilmez, batılla gönül aynamızı karatırsak elbette ki hayata bakışımız da kapkara olur. Gözümüzden meşum, dilimizden zehir, elimizden fenalık eksik olmaz. Çevremizdeki insanlar da bu tabiattaki kişilerden teşekkül eder. Âlemin özü olan bizler eğer kendi yaratılışımızın ve yaratılış gayemizin farkına varırsak elbette ki âlemler önümüze serilir.  Nefsimizi kötülüklerden arındırıp ve Hak’la bütün oluruz. İnsanları bir bütün görürüz. Bir oluruz, nokta. Tek bir gönül kırmayı da Kâbe’yi yıkmakla bir tutarız.

Tabii ki biliriz, kendi cevherinin farkında olan zatlardan oluşan toplumlarda ahlak temel düsturdur. Böyle zatlardan oluşan topluluklarda diller susar, gönüller konuşur. Dostuna kırılmak; onunla yarenliği, sohbeti kesmek dosta en büyük ceza olur. Tahattur olur Şems-i Tebrizi’nin Konya’dan ayrılmasıyla Mevlana Celaleddin-i Rumi uzun süren vuslatı yaşamıştır. Ve Hz. Mevlana’dan ayrı kalan Konya halkı derinden yaralanmıştır.

  Bir de şöyle bakalım: Dünya bir gülizar olmuş, bizler de bu güllerin ya da dünya bir Şem’i olmuş biz de pervaneleri… Gülü bülbüle âşık… Edeni fikir eyleyeni… Sabahın ayazında gönülden dertli dertli şakıması değil miydi? Ya pervaneyi ateşe götüren, divane edip yakıp yıkan aşkı, kızıllığın cızırtısı değil miydi?

   Şu gülizarda nice bülbüller şakımadı mı? Dilinden, gönlünden, kaleminden rayihalar saçılan; tatları damağımızda, fikirleri zihnimize kazılmış nice gönül ehli bu gülizarda yetişmedi mi? Güllerimizden koca Yunus ne der latif sözle ilgili;

    “Söz ola, kese savaşı

     Söz ola kestire başı

     Söz ola, ağulu aşı

     Bal ile yağ ede bir söz.”

Ya da Necip Fazıl Kısakürek’in çektiği çilenin şiire yansıması olan şu kısım;

Lügat, bir isim ver bana hâlimden;

Herkesin bildiği dilden bir isim!

Eski esvablarım tutun elimden;

Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?”

Demek ki ister sohbette olsun ister edebiyatta olsun güzel hitap, üslup kişiyi yüceltir. Dinleyeninde ya da okurunda derin izler bırakır. Tıpkı dalgaların aşındıra aşındıra çakılları kuma dönüştürmesi gibi…

Güzel hitap da bizim ruhumuzu törpüler, inceltir ve yüceltir.

Bir ruh orkestrası oluşur. Değişik değişik çalgılar, birbirinden farklı sesler, nihayetinde armoni…

Muhteşem uyum…

Başımızı öğüten bir sükût…

Ayşenur Yalçın