#

Bir Teselli Ver Orhan Baba

Telefonda “Oğlum, sesin durgun geliyor? Neyin var?” diye soran canım anneme

Konu ne biliyor musun anne?

Konu, yalnızlığımız.

Konu, samimiyetsiz diyaloglar, samimiyetsiz gülümseyişler…

Vita kutularında büyüttüğün çiçekleri, güneş alsın diye balkon demirlerine bağlarken sen, hayatımızdaki çiçekleri nerede koklayacağımızı bilemez olduk. “Yapma çiçek” diye bir şey var şimdilerde, yapma kahkahalar gibi.

Renkli fakat kokusuz; kaslar gerili, güler gibi fakat ruhsuz…

Saç uçlarımıza kadar kırıldık da yine yalancı gülüşlerle geçiştirdik bizi kıranları.

Artık paylaşımlar da kalmadı çocukluğumdaki gibi.

İnsanlar dört çarpı dört, klima havasıyla kaplı ciplerinden trafik lambalarında gördükleri yalınayak mülteci çocukları azarlayabiliyorlar, düşünebiliyor musun anne?

Hızlıca kapatıyorlar camlarını, nefeslerini dahi hissetmemek için. Gözlerini kaçırıyorlar belki vicdanım sızlar da yardımcı olurum diye korkarak.

Paylaşmıyorlar onların yalnızlığını. Ve paylaşmıyorlar gözlerindeki çaresizliği.

Küçükken babam bisiklet aldığında, Ahmet’in bisikleti yok diye bindirmezdin beni de hayalini kurduğum, rüyasını gördüğüm velespite.

“Oğlum, onların durumu müsait değil, eğer bisikletini isterse ona da ver, o da sürsün.”  derken sen, kızardım sana çocukça. Ne güzel tembihlermişsin oysa ki.

Şimdi kimse birbirinin gözüne bile bakmıyor, paylaşmıyor merhametini bile.

Konu ne biliyor musun anne?

Konu yapayalnızlığımız.

Tıkandık kaldık tabularımıza. Bir çocuğu dahi sevemez olduk kucağımıza alıp. Komşunun bahçesindeki ağacın eriği yere düştü çürüdü de, ne isteyebildik usulünce ne de arayabildik gözümüzün hakkını.

Domateslerin kabuğunu soyup biberleri de doğradık, dolabı açıp yumurtanın  bittiğini fark edince, isteyemedik karşı komşudan, iki göz yumurtayı. Döktük çöpe iştahımızı, “şimdi köyde olacaktık”larımızı.

Yolda kalmış yolcunun dur işaretini görmezden gelip basıp geçtik paranoyalarımızla.

Bankamatik başında yardım isteyen amcaya, gayet tok bir sesle “Güvenliği çağır amca.” diye cevap verdik.

Gözleri pırıl pırıl parlayan çocuk, yanımıza yaklaşıp da “Ağabey, kontörüm yok, sizden babamı çaldırıp kapatabilir miyim?”  dediğinde ajan muamelesi yaptık sabiye.

Ulan ne pis adam olduk be!

Kızma anne, diline acı biber sürerim bir daha “lan” dersen derdin ya küçükken… Ah be anne; kıyamadığın geldi aklıma şimdi de.

Yakışmıyor artık dilime, dilime değil de görüntüme. Yakışmıyor kimliğime bu jargon artık. Ağzım dolusu küfredemiyorum sinirlendiğimde bile. Ne bileyim, yer sofrasında soğanı kırıp ekmeğimin arasına koyarken ben, dört köşeli masanın hangi köşesine oturursam rahatça çorbamı içip kalkarım’ın hesabını yapıyorum. Ve tat vermiyor beş parmağımla tavaya ekmek banmadığım hiçbir yumurta.

Olmuyor işte… Bindiğim araba, taktığım kravat, oturduğum muhit… İzin vermiyor hiç birisi.

Canım bağıra çağıra “Bir teselli ver.” dinlemek istiyor da Orhan Baba’nın şarkılarını Tarkan’dan dinliyorum. Tat vermiyor yani şarkılar bile.

Müslüm Baba bile popçu oldu anne ölmeden önce. Belki de bu sebepten, kahrından öldü be.

Konu ne biliyor musun anne?

Konu “çok yalnızlığımız”.

Konu, bu yazdıklarımı dahi başkalarıyla paylaşmaktan tedirgin olmam.

Konu, kalabalıklaştıkça ortam, yalnızlığımın artması.

Konu, biz olmamamız, biz olamayışımız.

Konu, tabular. Tabularımızı tabutladığımız gün, çocukluğuma şiir yazmaktan vazgeçeceğim.

Ve kimseden utanmadan, çekinmeden “Ben çocukluğumu özledim anne, seni özledim.” Diyebileceğim.

Emre ÇALIŞKAN