ÇALIŞMAK, KONUŞMAKTAN EVLADIR
İnsanların başarı hikâyelerini yazarken, oldukça mağdur ya da dezavantajlı denebilecek durumlardan dişiyle tırnağıyla kazıyarak çok yükseklere çıkmış olmalarından bahseder; şartlar ne kadar zor olursa olsun, kendilerine ne çelmeler takılırsa takılsın bunlarla mücadele ederek ve somut engel sayılmayanları umursamadan yollarına devam etmiş olmalarından övgüyle bahsederiz. Bu ifadelere –çoğu kez- bir ekleme yaparız: Siz de bu insanlar gibi olabilirsiniz, şayet içinde bulunduğunuz durumdan başkalarını sorumlu tutmayı vazgeçip harekete geçmeye başlarsanız.
İnsan toplumları, bütünün kendini oluşturan parçaların toplamının ötesinde bir şey olmasından dolayı tam anlamıyla bir insan gibi telakki edilemez ancak birçok açıdan benzerlik gösterdiği de gayet açıktır. Bir insanın bireysel hayatında karşılaştığı durumlara ilişkin yaklaşımları ve aldığı sonuçlar arasındaki ilişki ile bir toplumun karşılaştığı durumlara ilişkin yaklaşımları ve aldığı sonuçlar arasındaki ilişkiyi, benzerlik arz eden konular arasında sıralayabilir miyiz diye sorduğumuzda, çoğu kimse olumlu yanıt verecektir. Gelgelelim, teorik olarak kabul ettiğimiz bu hususu pratik hayatta kabullenmek konusunda birtakım sıkıntılarımız olduğu kanaatindeyim.
Örnek vermek gerekirse, aldığı borçların vadesi sanki hiç gelmeyecekmiş gibi sadece tüketip har vurup harman savuran bir insan dara düştüğünde kendi düşenin ağlamayacağından bahsederken, toplum olarak benzeri bir konuma geldiğimizde nedense kendimiz düşmüş olmuyoruz da birilerinin bizi düşürdüğüne inanmaya meylediyoruz. Aynı şekilde, çok çalışıp az tüketen bir insanın bir süre sonra refaha kavuşacağını biliyor ve söylüyoruz ama meseleyi toplumsal anlamda değerlendirmeye gelince bizden daha müreffeh ülkelerin yaşam standartlarına iç geçirip neden bizim de öyle yaşayamadığımızı sorguluyoruz ancak nedense kimsenin aklından o toplumların bizden daha disiplinli ve verimli çalışıp tüketimlerini de üretimlerine oranla belirli bir düzeyde tutmaya özen gösteriyor olup olmadıklarını sorgulamak gelmiyor.
Bugün Müslüman toplumlar olarak, siyasi ve ekonomik anlamda hoşnut olmadığımız bir manzara içinde olduğumuzu sanıyorum kimse reddetmez. Ayrıntıları bir kenara bırakırsak durum tespitinde bir ihtilaf yok, ancak durumun sebeplerini analiz ederken yazımızın önceki kısmındaki hataya sıkça düştüğümüzü düşünüyorum. Tabii ki içinde bulunduğumuz durumun pek çok sebebi var, durumu tam anlamıyla analiz etme iddiası ise en hafif tabiriyle cahil cesareti olacaktır. Bu yazıdaki çaba, kısmi bir tashih olarak görülebilir.
Günümüzde gelişmiş ülkeler olarak kabul edilen ülkelerin içinde bulundukları duruma nasıl geldikleri sorusuna hâlen kendileri de tam olarak cevap verebilmiş değiller. Verilen birçok cevap var –ve belki de bunlardan biri doğru- ancak henüz herkes ikna olmuş değil. Bizde ise bu ülkelerin bütün zenginliklerini diğer ülkeleri –geçmişten bugüne ve hâlen- sömürmelerinden elde ettikleri gibi bir kanı yaygın. Belki de bu kanı doğru, ancak hayatın olağan akışı içinde düşündüğümüzde bunun bize bir çözüm sunmadığını ve bize bir fayda sağlamadığını fark etmek durumundayız. Bireysel hayattan mülhem konuşacak olursak eğer birileri sizin elinizdekileri haksız şekilde sizden alarak zengin oluyorsa onlarla mücadele etmelisiniz. Eğer birileri, adilane bir rekabet neticesinde sizden daha başarılı oluyorsa ve siz de onlar gibi olmak istiyorsanız durumun sebeplerini araştırmanız ve harekete geçmeniz gerekir. Her hâlükârda yapmanız gereken en temel şey çalışmaktır, mütemadiyen durumdan şikâyet etmek değil.
İnsan nefsi, daima sorumluluğu üzerinden atmak, suçu başkasına yüklemek eğilimindedir. Esasen bu durum, hayatta birçok sosyal sorununun da sebebidir. İnsan, -diğer kötü nefsani eğilimler gibi- bundan kurtulabildiği oranda huzurlu bir hayat yaşayabilir. Çünkü suçu başkasına atmak, bir anlamda sorunu görmezden gelmektir ki bu da sorunun çözülmemesi yani sorunlarla beraber yaşamak neticesini doğurur. Bu durum bireyler için de geçerlidir, toplumlar için de. Sorunlarınızın sebebi elbette başkaları olabilir ancak neyin ne olduğunu ölçüp biçmeden, evvela kendinizi sorgulamadan sürekli sorunlarınızı başkalarına ihale etme eğilimine girerseniz sorunlarınızı hiçbir şekilde çözemezsiniz. Sorunlarınızın sebebini başkasına yüklemeye çalışırsanız herkesten önce kendinize zarar vermiş olursunuz. Bireysel hayatımızda az çok farkında olduğumuz bu hakikatleri toplumsal ve siyasal meseleleri değerlendirirken de aklımızdan çıkarmamalıyız.
Elbette, refah seviyelerine özendiğimiz ülkelerle bizim aramızdaki farkın ne olduğu sorusuna verilecek cevap, gözlem yapan ve düşünen her aklı başında insan için aynı olmak zorunda değildir. Ancak, öncelikle özeleştiri yapma eğiliminde olmak daha çözüm odaklı bir yaklaşım olacaktır zira gelişimin önkoşulu yetersiz hissetmektir. Kendini yeterli gören insan açısından kendini geliştirmesi için zorlayıcı bir sebep yoktur. Hâsıl-ı kelam, sorunların ayrıntıları üzerinde haddinden fazla tartışmak yerine harekete geçmek gerekir. Fert olarak üzerimize düşen ise kendimizi yeterli görmemek, nebevi ifadeyle “iki günü birbirine denk olanın ziyanda olduğunu” düşünerek hayatımızı idame ettirmeye gayret etmektir.
Kitap tavsiyesi: Jules Payot – İrade Terbiyesi