#

Sümeyye Ceylan, Aynı Sırayı Paylaşanlar’da!

“EN ÇOK DERT ETTİĞİM ŞEY NEYSE KOLLARIMI SIVAYIP O İŞE GİRECEĞİM.”

Bu sayımızda küçük yaşlarında bilim yapmaya karar verip Viyana’dan döndüğünde arkadaşı Zeynep Handan Aydoğan ile eğitim, bilim ve çocuk üzerine yaptıkları sohbetler sonrası, Usturlab’ı yeniden kullanmaya ve çocuklara-yetişkinlere kullandırmaya başlatan, iki çocuk annesi Sümeyye Ceylan ile aynı sırayı paylaştığımız dönemlerden; eğitim, bilim, felsefe ve daha bir çok mesele üzerine ufuk açıcı bir sohbet gerçekleştirdik. Yönünü bulmak isteyenlere, Usturlab bu tarafta…

Sümeyye Ceylan’ın Türkiye’den Viyana’ya yolculuğu nasıl başladı?

Kazım Karabekir Kız İmam-Hatip Lisesi’nde ortaokul ve lise eğitimimi tamamladım. Babamın çok büyük bir kütüphanesi vardı, bu ortamda ansiklopedi, roman okuyarak büyüdüm. Lise bir ve ikide 28 Şubat olayları gerçekleşti. 28 Şubat mağduru tamlamasından hoşlanmıyorum. İnsanlar dünyanın her yerinde çeşitli sınavlardan geçiyorlar. Kimi çetin kimi daha mütesahil oluyor. Kimi bir sınavdan daha kolay geçerken kimi ekipmanı olmadığı için daha zor geçiyor. Bir dağa tırmanır gibi düşünün, kimi dağ kıyafetleri ile tırmanır, kimi daha alt kalite ekipman ile tırmanır. Amaç zirveye çıkmaksa ikisi de zirveye çıkabiliyor.

Yıllar önce yazar Melek Paşalı ablamız bir sohbet sırasında kurduğu bir cümle beni çok etkilemişti bu anlamda. Bir insanın hayatında kendine sorabileceği tek bir soru vardır demişti: “Allah’ın benden muradı ne?” Benim varoluşumun amacı ne? Bu sözün gerçek idrakini bazı şeyler için “gerçekleşemeyecek, başaramayacağım” dedikten ve onu başardıktan sonra anladım. Aslında onların hepsi bir adım. Onlar Allah’ın senden muradı değil. Yoldayken yavaş yavaş anladığın ve küçük küçük idrak ettiğin, yolda giderken toplamaya devam ettiğin şeylerden oluşuyor sanki.

“Ben bilim yapmak istiyorum.”

Lisedeyken şunu biliyordum: “Ben bilim yapmak istiyorum.” İnsan merak eden bir canlı, bütün çocuklar da astronomiye, bilime meraklıdır. Bunu pedagoji okurken, kendi çocuğum olduğunda ve yüz bin çocukla çalıştığımda tekrar tekrar anladım. Başımdaki örtü nedeniyle benimle neden uğraşıldığını o zamanlar anlamıyordum. Matematik, fizik, kimya, astronomi, bilim kitaplarını merak edip okurken aynı iştiyakla o dönemde yaşadıklarım beni hadis, fıkıh ve temel metinleri okumaya sevk etti. Sadece beni değil, bütün arkadaşlarımı da kendi köklerimizi anlamaya yönelten bir olay oldu 28 Şubat. Normalde ders kitabı seviyesinde bir bilgim varken, pencerem daha düşünsel tarafına açıldı. Viyana’da ikinci yüksek lisansımı yaparken bunun faydasını çok gördüm.

Lise hayatımın son senesinde babamın büyük bir etkisi vardı üzerimde. Bizi sınava almayacaklar, diye ağlarken bana hep şunu derdi: “Sen üstüne düşen görevi yap, öğrencinin görevi önünde bir sınav varsa ona çalışmaktır. Siyasilerin eylemlerini değiştiremezsin.” Gençlik ve çocukluk çağlarında yaşadığı bazı zorluklar insanı duygusal açıdan daha dayanıklı bir yetişkin yapıyor. Aslında yaşanılan bu sıkıntı bizi “Bunlar bizim dinimizin temel düşünceleri, fikriyatı; ben bunu çok iyi anlamalıyım.” idrakine getirdi.

Zorluklar insanı güçlü yapar.

Sınav esnasında hatırladığım 3 şey vardı: Biri okula girme anım, diğeri sınav esnasında tepemde sürekli “Senin ismini aldım, şikâyet edeceğim seni, devlete karşı geldin.” diyen sınav görevlisi ve çıktığım anda elimde sımsıkı tuttuğum peçeteyi bıraktığım, peçetenin ilmek ilmek elimden düştüğü an. Başka hiçbir anı hatırlamıyorum. Sınavı hiç hatırlamıyorum, peçeteyi bıraktığım anı da unutamıyorum. Ama sınavdan çıkınca ben görevimi yaptım, dedim. İçim rahattı.

Okul birincilerinden biriydim. Öyle bir okulda okuyorduk ki birkaç okul birincisi vardı. Tercih döneminde okullara baktık. Yalnızca Bilgi Üniversitesi başörtüsü sorunu olmadan okuyabilirsiniz diyordu. Ben de yalnızca matematik bölümünü yazdım. Üniversite kayıt günü hayatta en yakın dostum olacak olan Zeynep Handan ile tanıştım. Kayıt zamanı üniversite kimliği için “Burada başınızı açacaksınız, fotoğrafınızı çekeceğiz.” dediler. O zamana kadar başımı hiç açmamıştım, Zeynep Handan lavaboda ağladığımı görünce başörtümün üstüne koymam için bir peruk verdi. “Kullan, ihtiyacı olan birine ver.” dedi. Onunla çektik fotoğrafı, hayatımda en aşağılandığım andı. Viyana’da da bazı aşağılamalara maruz kaldım ama bunun kadar psikolojik olarak kötü hissettiğim olmadı. Bir zaman sonra Bilgi Üniversitesi’nde de sorun yaşadık. Önder’in bir kampanyası vardı: “Bu Yıldızlar Solmasın” Önder’in öncülüğünde İYC öğrencilerinin de olduğu bir grup oluşturuldu ve Viyana’ya gittik. O dönemde Yusuf Kara, Nadire Kara, Yusuf Ziyaettin Sula ve İbrahim Solmaz’ın çok emeği vardı üstümüzde. Özellikle Nadire Kara ve Yusuf Kara ailesiyle Viyana’ya, orada yalnız kalmayalım diye geldiler. Aile olarak çok zorluk yaşadılar bizlerle birlikte.

Dünyanın en yaşanılabilir şehri olan Viyana’da eğitim döneminiz nasıl geçti? Başörtünüz dolayısıyla bir sorun yaşadınız mı orada?

Lisans ve yüksek lisans matematik eğitimi aldım orada. Merakımdan dolayı bir buçuk yıl astronomi eğitimi aldım. 10 yıl Viyana’da yaşadım. 10 yıl boyunca da çalıştım. İngilizce ve matematiğim iyiydi, özel ders verdim. WONDER’i kurduk, orada çalıştım. “WONDER Devri Alem” diye bir öğrenci kulübümüz vardı. Kendi gezilerimizi kendimiz planlıyorduk. Bir acente ne yapabiliyor ise öğrenci eliyle onları yapıyorduk. Din Pedagojisi alanında yüksek lisans yaptım. Hocalarım da arkadaşlarım da anlayışlı, özgürlüklere inanan insanlardı. Hatta şefkatle bağırlarına bastılar diyebilirim. Hocalarımız isterseniz Türkçe konuşun fark etmez matematik evrensel bir dildir, dediler. Matematiğin ne olduğunu Viyana’da öğrendim. Başörtümüz dolayısıyla sokakta bize tüküren de oldu omzuma vuran da oldu ama bize bunu yapanlarla tartışanlar da oldu.

Birbirimizi dinlemeden ve anlamadan yaftalıyoruz.

Müslümanların azınlıkta olduğu bir ülkede, din pedagojisi programı içerisinde İslam dini pedagojisi eğitimi aldınız, bundan biraz bahsedebilir misiniz?

Avrupalıların iş yapış şekillerinde sevdiğim bir şey var. Bir şeyi anlamak istiyorlarsa ya da toplumsal olarak bir şeye ihtiyaçları varsa o mevzuyu önce akademide gündem yapıyorlar. Mesela oraya ilk gittiğim yıllarda “VEIL” diye bir proje başlatmışlardı. Veil, örtü demek. Duvak, örtünme, peçe hepsine veil deniyor. Türkiye’de, dünyada başörtüsü hareketleri vs. başörtüsünü ele alarak aslında Türkiye’de tartışılması gereken bir konuyu Avrupa’da tartışıyorlardı. Türkiye’den bu proje içinde olanlar da vardı. ODTÜ’den akademisyenlerdi bunlar. Başörtülü öğrencileri sanki militanmış gibi anlattılar. Bizleri orada görünce şaşırdılar. O zaman şunu fark ettim, ülke olarak tanımıyoruz birbirimizi, birbirimizi dinlemeden ve anlamadan yaftalıyoruz.

2009-2010 döneminde İslam Din Pedagojisi diye bir program açıldı Viyana Üniversitesinde. Zorunlu katılım şartlarından biri de İslam bilimlerinde temel eğitim almış olmak ve en az bir alanda lisans mezunu olmaktı. İmam-hatip diplomamı, derslerimin transkriptlerini lisemden istedim ve başvurduk, kabul edildim. Bir yıl ders, yarım dönem de tez süreci sürdü. Matematikçi olduğum için tez danışmanım, akademik ahlakı yüksek bir insandı, bana “Matematikçisin, matematikle ilişkili bir şekilde çalışmalısın İslam pedagojisini.” dedi. Tarihî arka planıyla İslam matematiğinin yani Müslüman coğrafyada üretilen matematiğin Avrupa’daki Rönesans’a etkisini çalıştım. O dönemde çok fazla pedagoji dersi aldık. Avusturya’da eğitim nasıl bunu da görebildim. Staj da yapmıştım çünkü komşuluk merkezlerinde. Tüm kademelerde gönüllü olarak çalıştım, raporladım. Avrupa toplumunda insani ilişkilerin sosyal girişimlerle ne kadar güzel desteklendiğini görünce ufkum açıldı. Sosyal girişimlerle destekli bir yaşamı gördüm. Komşu için istemek Hristiyanlıkta önemliydi. Bunu yakından görünce ve haftalarca teoloji fakültesi dekanından ders alınca dinin pedagojik olarak nasıl olması gerektiğine dair pek çok şeyi idrak ettim. Hristiyanlar nasıl yapıyor biz de böyle yapalım gibi değil bu, insan nasıl bir varlık, manevi ihtiyaçları neler ve bunu eğitimde nasıl karşılayacağız, bunu anlamaya başladım.

En çok dert ettiğim şey neyse kollarımı sıvayıp o işe gireceğim.

Eğitim sistemi, Müslüman âlemin gidişatı gibi meselelere bakınca olumsuz bir tablonun altında omuzlar çöküyor, sana iş yapacak enerji bırakmıyor ahvalimiz. Hiçbir insan, hiçbir canlı zulmü hak etmiyor. Eğer bir şey yapmak istiyorsam ve gücüm bir bahçeye yetiyorsa ben o bahçe için uğraşacağım, bütün bahçelerin dertlerini düşünmeyeceğim. En çok dert ettiğim şey için kollarımı sıvayıp bahçeye gireceğim. Durumun ne kadar vahim olduğunu ifade etmek bir şey değiştirmez. Gücün yetiyorsa taşı kaldıracaksın, gücün yetmiyorsa bu taş çok büyük gelin yardım edin diyeceksin, dernek vakıflar böyle kuruluyor. Arkana bakmadan taşı kaldırmayı deneyeceksin önce. Bir kimse bunu yapamazsın, bunun için çok geç olduğunu söylüyorsa ona yanıldığını söyleyin. Kesinlikle bunu yapamazsın diyeni kabul etmeyin. Hedefinin İslami olduğunu, ahlaklı olduğunu düşünüyorsan -ki bunlar ayrı şeyler değildir- Allah seni doğru yola iletiyor.

Türkiye’ye döndüğünüzde kendinizi bir boşlukta hissettiniz mi?

Türkiye’ye döndükten birkaç ay sonra bir işe girip orada kariyer yapmayacağım kararına vardım. Ve çok net söyleyebilirim ki hayatta gerçekten bana çok büyük şeyler kazandıran şeyleri üniversitede öğrenmedim. Onlar yalnızca bana vesile oldu. Hayatımda büyük farkındalık yaratan şeyleri başka yerlerde öğrendim. Bu yüzden gençlere tavsiyem bir zorlukla karşılaştıklarında ellerinden geleni yapsınlar, Allah bir şekilde duvardan bir çatlak yarıp oradan suyu sana kana kana içirtiyor.

Usturlap benim derdimin dermanıdır.

Pek çok kıymetli hocamız Türkiye’den Viyana’ya gelmişti. Sabahattin Zaim hocamız da Viyana’ya gelmişti. O sohbetimizden çok etkilendim. “Size ne anlatayım çocuklar, İslam ekonomisi mi anlatayım çocukluğumu mu anlatayım?” demişti. Çocukluğunu diye bağırmıştık. Çocukluğunu anlatmıştı, neşeli bir sohbetti. Anlattıkları ekonomi değil basit gündelik şeylerdi ama ciltlerce kitaptan daha çok sirayet etmişti bize. Sonrasında üç arkadaş tekrar ziyarete gittik hocayı. Çiçeğimiz, çikolatamız ile kapısını çaldık. Kapıda çiçeği aldı, ayağımıza kadar eğilip terlik bıraktı. Yaşlı bir profesör bizi böyle karşıladı, hicap duyduk, garip hissettik. Tam bir beyefendi nasıl olur hayatımda ilk defa gördüm, yaşadım, “Nasıl bir insan olmalıyım?” sorusunun cevabını görmüştüm.

Usturlap benim derdimin dermanıdır. Allah’ın benden muradını gerçekleştirebilmem için yapmam gereken bir şeydi. 2012 yılında Usturlab’ı haydi kuralım dedik. Zeynep ve ben masaya oturduğumuzda 3 kelime vardı masada: Eğitim, bilim ve çocuk. Çocukla başlamıştık; eğitimlerimiz yetişkin, anne-babalara yönelik olarak da genişledi. Çünkü çocuk hayatın merkezinde olan bir şey.

Usturlab nedir?

Çocuğun duygusal ve bilişsel ihtiyaçlarına ve onun gelecekte yaşayacağı toplumda, daha sağlıklı bir birey olarak ayakta kalabilmesi için, kazanması gereken yetkinliklerin tespit edildiği, onun ihtiyaçlarına karşılık veren bir eğitimi, ona saygılı bir şekilde, onun da akran ve yetişkinlerine saygısı çerçevesinde bilgi alışverişi yaptığı bir ortamdır Usturlab. Bunu da bilim sanat çerçevesinde yapıyoruz. Çocuğun yaratıcı duygularını öldürmeden geleceğe mantık kaideleri içinde bir şey söyleyerek nasıl var olabilir, bunu yapması için ona nasıl faydalı olabiliriz, bunu düşünüyoruz.

Usturlab nedir? Milattan önce antik Yunanda bulunmuş, 8. yy sonrası hayranlık uyandıran hesapları yapabilecek hâle Müslüman bilim insanları tarafından getirilmiş bir matematik, astronomi, beşerî coğrafya aletidir. Zamanında bu aleti alıp yönünüzü bulabilirdiniz, biz de Usturlab’ı çocuklar kullansın, yönlerini kendileri bulsun istiyoruz. Bunu da bilim, sanat ve teknoloji aracılığıyla yapıyoruz.

Bu fikir nasıl hayata geçti peki?

Usturlab ile niyet ettiğimiz şeyin dünyada bir adı varmış. Benim gibi insanlara sosyal girişimci diyorlarmış. Bir iş kuruyorsun ama kurduğun şey piyasa bazlı değil, dert bazlı bir şey, para destekli ve bir ekipten bir ekosistemden oluşan bir şeymiş. Orman kaşifleri atölyemizi tek başıma ilk olarak ben yapmıştım mesela. Oturdum Almanca orman pedagojisi okudum. Biyologlar çağırdım. Biyoloji lisansı mezunu benim kadar biyoloji bilmiyor onu gördüm. Ben matematikçiyim oysa. Okul öncesi gruplarla başladım. Eğitim ve okumalara katıldım. Öğrendikçe çocuklara öğrettim. Eğitim şöyle bir şey, insanın ayağının altında toprak ve başının üstünde gökyüzü var. Allah tüm bunları yalnızca “Rabbim ne güzel yaratmış!” diyelim diye oraya koymadı. Ayetlerde her şeyi örnek veriyor, git bak sen anla, diyor. Bilim yapmak bu demektir. Benim bir sorunum var, çözümüne dünyada yaşarken karşılaşıyorum. Buna bilim insanları bir isim takmışlar, “biyomimikri” diyorlar. Tabiattan ilhamla insan problemlerine çözüm üretmektir temelde. Trafik problemin varsa karıncaları inceliyorlar. Hiç trafik yok, bütün karıncalar ilerliyor.

Gazali’nin sözüdür: “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz.” Düşünürken ve konuşurken safsataya düşmemek için mantık bilmek zorundasın.

Eğitimleriniz nasıl oluyor? Soru sormayı hedefledim dediniz, öğretmenler öğrencileri mi yönlendiriyor?

Eğitim sistemimizi şu cümleyle özetleyebilirim: “Bilim felsefeyle başlar, sanatla biter.” Bilim yalnızca laboratuvarda yapılan bir şey değil, felsefe de felsefe tarihi değil. Çocuklar için felsefe çalışan akademisyenler, üniversite öğrencileri ile çalıştıklarında öğrencilerin felsefe tarihini anlattıklarını; felsefe yapmadıklarını, çocuklarla aynı konuları konuştuklarında ise konunun felsefesini yapmaya başladıklarını ifade ediyorlar. İbn Sina’nın düşünen adam düşünce deneyini çocuklar ile tartışıyoruz. Sınıfın tavanına bir insan maketi yerleştiriyoruz misina ile o insan havada uçuyormuş gibi görünüyor. Usturlap eğitmeni bir keşif rehberidir. Eğitmen eğitiminde ilk derste şunu söylüyoruz: Eğitmen olduğunuzu unutun. Çocuklarla birlikte keşfederler, eğitmenler bazı yerleri önceden keşfettiği için çocuklara sadece yardımcıdırlar. Keşfi çocuk yapar. Matematiği anlamıyorum, diyenlere çok üzülüyorum. Kâinatta matematiği insan üretir. İnsanın ürettiği şeyi insan anlamıyor diyoruz. Kesinlikle yanlış, ben anlatamıyorum, ben matematiği onun için çekilmez hâle getiriyorum, dememiz gerekiyor. Bu yüzden o da yapamayacağını düşünüyor.

Atölye mekânlarını da seni hedefine ulaştıracak bir eğitim aracı olarak kullanabilirsin. “Mekân, üçüncü öğretmendir.” diye bir söz var, biz de onu hedefledik. Mekân çok iyi kurgulanırsa birinci öğretmen de olabilir. Doğadan daha iyi bir öğretmen ben düşünemiyorum. Çocuğu koyun tabiata, muhteşem keşifler yapar. Sadece doğru soruları sormanız yeterlidir. Şu an öğretmenlere doğru soru sorma eğitimi yapıyoruz. Soru sorumayı bilmiyoruz çünkü. Mantık eğitimi almadık. Kabul edilemeyen önermeden bir sonuca varılmaz ama varmaya çalışılıyor. Kesinlikle mantık dersi alınmalı. Gazali’nin sözüdür: “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz.” Ne dediğini kontrol edebilmen için mantık bilmek zorundasın. Mantığın ve felsefenin ilkokul müfredatında olması gerektiğini düşünüyorum. Bu pedagojik olarak mümkün. Şu anda bunun üzerine düşünüyoruz, doğa pedagojisi, felsefe, mantığın küçük yaşlarda nasıl öğretilebileceği, sağlıklı düşünmenin öğretilmesi nasıl olmalı ki safsatanın peşine düşülmesin.

28 Şubat’ın bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük meslek eğitimini bitirmesi oldu.

Usturlab’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz, isimlendirildiği gibi alternatif eğitim olarak mı devam edecek?

Usturlab’ın alternatif eğitim olduğunu kabul etmiyorum. Eğitim böyle olmalı. Normal doğum, sezaryen doğum vardır. Zaten olması gereken doğum, normal olandır. Ona normal denmesinin garip olması gibi. Eğitimde de pedagojik olarak “eğitim” böyle olmalı. Aristoteles’e bakın Platon’a bakın aynı şeyi söyler.

Sanayi ile okulların birlikte iş yapmasını da düşünüyorum örneğin. 28 Şubat’ın bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük meslek eğitimini bitirmesi oldu. İmam-hatipleri bitireceğim, diye bütün meslek liselerini bünyesine kattı. Meslek lisesi mezunları üniversitelerde okuyamadılar. Onların da mühendis olma hayallerini ellerinden çaldılar. 28 Şubat haberi yapılacaksa o dönemde orada okuyanlarla konuşulması gerekiyor. Yalnızca başörtülülerin hakkı yenmedi. Milyonlarca gencin hayatını kararttı 28 Şubat. Ülke tarihine kara bir leke olarak yazılmalı. Meslek liselilerin de haykırması gerekiyor. İmam-hatipli talebelerin sayısının kaç katı vardı kim bilir.

Anne, akademisyen ve Usturlab kurucu yöneticisi olmak… Daha pek çok projede de yer alıyorsunuz. Görünmez bir pelerininiz olmalı. Birinden biri eksik olmuyor mu?

Çalışan anne olmakla alakalı, pek çok insan konuşuyor. Anne olmayan da konuşuyor, çalışmayan anne olan da konuşuyor, babalar da konuşuyor. Bağırmayan anne, seven anne, şunu yapmayan anne gibi pek çok sıfatlandırmalar da yapılıyor. İnsanız sonuçta, hatalar olabilir elbette. Nihayetinde benim çocuğumla, annem, babam, eşimle sıkıntılı süreçler geçtikten sonra sağlıklı güvenli bir bağlanma sağlayabilmiş olmam önemlidir. Sağlıklı, güvenli bağlanma kurulabiliyorsa beraberlik sağlanabiliyorsa, anne ile çocuk ve ebeveynler arasında, annenin diğer tüm eylemleri çocukları ile olan ilişkisine zarar vermiyorsa annenin çalışmasında sorun yok demektir zaten. En önemlisi insanın vicdanının rahat olmasıdır. En nihayetinde tez de biter, çocuk da büyür, iş de tamamlanır.

Kısa Keselim Aydın Havası Olsun

Dünyanın en yaşanılabilir şehri?

Normalde Viyana seçiliyor ama eğer üstüne üstün geliyorsa dünyanın en yaşanılabilir seçilen şehri senin için en yaşanılamaz şehir olabilir. Bana göre dünyanın en yaşanılabilir şehri İstanbul.

Tuzlu ayrandan tansiyonu daha yükseltici bir şey nedir?

Her konuda uzman olan ve bunu her yerde paylaşan, sosyal medyada bir milyon takipçisi olan insanlar.

Son bir tweet atma hakkınız kalsa ne yazardınız?

Fizik dünyadaki sonlu varlığımız ve sınırlı etki gücümüz ile sonsuz düşünceler üretiyor oluşumuz…

Ne olsa ne olmazdı?

Bu ülkede eğitim olması gerektiği gibi olsaydı Usturlab olmazdı.

Sadece çocukların bildiği bir şey nedir?

İliklerine kadar zevk alarak yaşamak.

En kısa hikâye nedir?

Allah’ın senden muradı ne?

Hangi şarkı?

Derman arardım derdime derdim bana derman imiş/ Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.

Kime çay ısmarlamak isterdiniz?

Size… O an kiminleysem vaktimi en değerli bir şekilde geçirmem gereken kişiler olduğunu düşünüyorum.

Film mi tiyatro mu?

Film, sinemayı çok seviyorum.

Hangi gökyüzü?

Enerji Tabii Kaynaklar Bakanıma sesleniyorum, yılda bir kere bir gün İstanbul’da bütün ışıkları bir dakikalığına kapatsın. İşte o gökyüzü…

Hangi müzik parçası?

Mozart- The Marriage of Figaro: Sull’aria

Hangi fiil?

Yargılama (-)

Teknoloji teknoloji …

Bilmediğimiz bir yere giden bir gelecek vardır.