#

İÇİMDE BİR SES VAR

İçimde Bir Ses Var

“Tamam mı?” diyordu bağıra bağıra. Tamam olsa bile bu kadar bağrış çekiş… Hiç tamam olur muydu bu hâlde bir şey? Tamam olan ne varsa her şey, evet evet her şey elinden gelse “Hayır, tamam değil!” diye bağırırdı. Yeni konmuş bir çay, atabilirdi mesela kendini boşluğa öylesine. Zaten şekeri de yoktu ki, o da tamam değildi. Ama Lütfü Bey şekersiz içerdi çayı. Ona göre tamamdı çay. O içecekti, olsundu. Ama Aysel Hanım’a göre şekersiz çay mı içilirdi ayol? Bu adam oldum olası cinsti zaten, evlendikleri gece arkadaşlarıyla içip içip sızan adamdan ne beklenirdi canım? Şekersiz çay olmazdı, olmamalıydı, sonra gülerlerdi adama. Aysel Hanım günlere gidiyordu bir kere. Günün birinde bir Fitnat vardı ki kadının adındaki “at”, sanki “Atın beni bu isimden!” diye feryat ediyor, yeri için “e”yi uygun görüyordu. Hem her duruma razı bir harfti e. Her şey’e ve her yer’e yanaşıverirdi. Evet, evet, onun adı “Fitne” olmalıydı. Kadının işi gücü dedikodu. Neyse işte, o Fitne, rejim olsun diye pastasının yanında şekersiz çay içen Aysel Hanım’ı işaret edip edip gülmesin miydi? Evet, gülmesindi.
Çay durdu durduğu yerde, sorunun boşlukta öylece durduğu gibi. Biri cevap vermeliydi canım. O pas kaçar mıydı hiç? Koca bir “Tamam mı?” sorusu kalenin ağzında duruyordu işte. Aysel Hanım, o varisli bacaklarından biriyle sorunun gelişine göre şöyle vuracaktı ki bir tane. Lütfü Bey’den kaleci mi olurdu canım? Yerdi hemen golü. Yıllarca yedek kulübesinde oturmuştu zaten. Ama çocuklarına “Kale gibi kaleciydim zamanında.” demeyi biliyordu. Ne kalesi ayol, ondan olsa olsa kevgir olurdu.
Ah ah, kimse Aysel Hanım’ın ağzını açtırmasındı. Koca bir “Tamam!” der, fileleri anında havalandırırdı. İnsan, evladına yalan söyler miydi yahu? Yalan söyler miydi peki? Orası kurcalanmasındı. Arada söylenirdi tabii. Lütfü Bey’e “Param var.” mı demeliydi yani? Onlar kötü günler içindi, yoktu işte parası. O zaman karşı komşusu Reyhan Hanım’a söylediklerine ne denirdi? Kadına az mı hava atıyordu? Şu kötü gün paralarıyla aldığı ayakkabılarını, eşi Lütfü Bey hediye etmişti geçenlerde. Zengin kardeşinin kullanıp kullanıp sıkıldığı, en sonunda da ablasına layık gördüğü eşarbı da oğlu hediye etmişti. Kolay mıydı bu zamanda böyle eşarplar takmak? O Reyhan Hanım bu eşarpların fiyatını biliyor muydu acaba? Bu kadının dibi gelmiş de çoktan geçmiş saçları da neydi öyle? Çirkin kadın ne olacak! O zaman layıktı bu kadar yalana. Hem Reyhan Hanım da ona yalan söylüyordu bir kere. Aysel Hanım’la kapı önünde uzun uzun konuşup, evine girer girmez Aysel Hanım o gün ne giydiyse, hangi yörelerin havasını uzun uzun attıysa anlatmayacak mıydı sanki o Fitne’ye? Bal gibi de anlatacaktı. Bir de “Anlatır mıyım komşum? Aşk olsun!” diyecekti. İşte, hem çirkindi hem de dedikoducu. O zaman bir kere daha layıktı bu yalanlara. Ama insan çocuğuna yalan söyler miydi canım? İşte, Lütfü bu.
“Tamam mı?”
Aysel Hanım’ın gözleri bir şeyler arar gibi duvarda geziniyordu. Reyhan Hanım’ın bu duvarın arkasında elinde bardakla kendilerini dinlediği gözlerinin önüne geldi bir an. Dip boyası gelmiş saçlar, duyamadıkça bardağa daha da yapışan, yapıştıkça da daha da kızaran bir kulak, doğumdan arda kalmış irice bir göbek, solgun bir surat, durmadan dönüp duran bir dil… Ne çirkindi bu kadın Allah’ım! Layıktı yalana. Evet evet, yarın bir yalan daha söyleyecekti ona. 40 yıllık kocasıyla kavga da mı edemeyecekti şöyle ağız tadıyla?
“40 yıl…” dedi birden Aysel Hanım. O sırada Lütfü Bey, sinirden köpürmüş ağzının hâlâ kelime kalmış bir köşesiyle bir şeyler söylüyordu yine bağıra çağıra.
“40…” dedi Aysel Hanım yine. Az önce bir şey arar gibi gözlerini gezdirdiği duvarda sanki aradığını bulmuş, bir noktaya bakakalmıştı; duymuyordu Lütfü Bey’i. İşte, Reyhan’ın bardağı tam o noktada olmalıydı.
40…
Kırk…
Yazıyla da rakamla da olsa 40’tı işte. Ama yazıyla söylense daha iyi olurdu. Rakamlar ele verirdi hemen insanı. Tartıların hiç “yüz” yazdığı görülmüş müydü? “100” yazıyordu hep. Mesela güne gelen kadınlar kilolarını bir kâğıda rakamla yazsa ilk göze çarpan Aysel Hanım olurdu. Olmuyordu, olmazdı ki ama. Mesela doksan dokuzla yüz, yazıyla yan yana yazılsa doksan dokuz daha çok dikkat çekerdi. Koskoca doksan dokuz… Ağza sığmayan ve dudak açıldı mı oraya buraya sıçrayan harfleri vardı içinde doksanın da dokuzun da. Hem “doksan dokuz” kadar da büyük bir yer işgal etmiyordu ki yüz. Yüz bir hece. Yüz…
“Yüz…” dedi bu defa Aysel Hanım minicik bir şeyden bahseder gibi. Sanki böyle küçümseyerek söylese birden zayıflayıverecekti.
Lütfü Bey yine bir şey anlamamıştı.  Az önce “40” mı demişti Aysel Hanım bir de? Hımm, kırk, yüz?
Aysel Hanım’a baktı, baktı Lütfü Bey. Aysel Hanım ise karşı duvarın orta yerine bakıyordu kaç dakikadır. Ne Aysel Hanım karşı duvara ne de Lütfü Bey Aysel Hanım’a bu kadar uzun bakmıştı. Sevdiği, aşık olduğu kadındı Aysel Hanım. Kaç yıl olmuştu sahi? “40…” dedi Lütfü Bey alnının kırışıklıklarını artıran bir göz açışla. Şaşılacak işti doğrusu. Koskoca 40 yıl…
Çay soğumuş, soru unutulmuş, karşı duvarın arkasına yapışmış bardak da çoktan mutfağa geri konmuştu. Şiddetli bir yağmurdan sonra birden güneşin açması gibi kavga da aniden kesilivermiş; Reyhan Hanım’ın dinleme seansı, nefes nefese devam eden bir koşunun bir uçurumla aniden sonlanması gibi nihayete erivermişti.
Lütfü Bey, yerinden hızla kalktı, pencerenin önüne gitti. Aysel Hanım’ın menekşeleri Lütfü Bey’i ne zamandır görmüyordu. Lütfü Bey, evlerinin önündeki bahçeye, bahçedeki büyük çınar ağacına ne zamandır görmediği eski bir dostunu görmüş gibi büyük bir özlemle baktı. Bu eski ev, son zamanlarda Lütfü Bey’in âdeta beşiği olmuştu. Bu evden dışarı çıkası gelmiyor, devamlı uyuyor, uyuyordu. Ne de çok özlemişti bahçesini.
Lütfü Bey’in gözünün önüne düğün geceleri geldi. Aysel Hanım, bu odada gelinlikleriyle kendisini beklerken kendisinin bu çınar ağacının altında sızıp kalışı… İlk gecelerindeki bu talihsiz olay için hiç özür dilememişti Aysel Hanım’dan. Oysa Aysel Hanım, o zamanki zayıf kollarıyla taze kocasını çınarın altından kaldırmayı başarmış; göz nuru dökerek işlediği yatak örtüsünün üzerine kocasının kusuvermesine hiç kızmamıştı.
Lütfü Bey, sabah şiddetli bir baş ağrısıyla uyanmış, yanı başında gelinlikleriyle uyuyakalan Aysel Hanım’ı görünce şaşırıp kalmıştı. Aysel Hanım da uyanmış; şaşkın, mavi, biraz da kırgın gözlerle kocasına  “Günaydın!” demişti. Lütfü Bey, akşam neler olduğunu hatırlamaya çalışsa da başaramamış; yataktan hızla kalkıp içeriyi boğan kusmuk ve içki kokusundan kurtulmak istercesine pencereyi açmıştı. Pencerenin önünde anne evinden getirilmiş çeyizlik menekşeler vardı. Çınar ağacının altında içki şişelerini, ceketini ve kravatını görünce geceyi az da olsa hatırlamış; yüreği birden acıyla dolmuştu. Gelinlikleriyle uyuyakalan taze karısının el değmemiş bedenine karşı içinde karşı konulmaz bir suçluluk hissetmişti. Bu hissi yıllar geçse de hiç kaybolmamıştı. Aysel Hanım’ın artık beyaza teslim olmuş saçlarını boyamamasını, bacaklarındaki varisleri umursamamasını, yıllar içinde çokça kilo almasını, Aysel Hanım’ın bedeninin kendisinden intikam almasına yoruyor; işte, bu yüzden ses çıkarmıyordu. Karısının o güzelim, sarı saçları varsın bembeyaz olsun, evlenmeden önce karşısında tir tir titreyen bacakları varsın varislerle dolsun, isterse Aysel Hanım yüz kilo olsun ses çıkarmazdı. Evet evet, isterse yüz kilo olsun…
Lütfü Bey, yüzünde aniden hâkimiyet kurmuş bir mahcubiyet ve merhametle karısına döndü. Pencerenin hemen önünde duran sandalyeyi aldı, karısının sandalyesinin karşısına koydu, oturdu. Aysel Hanım, Reyhan Hanım’ın bu uzun sessizliğe sabredemeyeceğini bildiğinden bardağın yapıştığı noktadan gözlerini ayırmıştı. Boş boş duvarda gezinen gözleri karşısına oturan kocasını görünce hızlı hızlı kapanıp açıldı, sanki bir rüyadan uyandı. Kocasının karşısında zayıf görünmemek ve kavgadan yenik çıktığını düşündürmemek için beyaz saçlarını tülbendinin içine soktu, üstünü başını düzeltti, varisli bacağını diğerinin üzerine attı. Hâlâ “Tamam!” diyebilirdi ama o dememeyi seçmişti. Elinde müthiş bir koz varmış da kullanmayı o tercih etmiyormuş gibi mağrur bir eda takındı. Lütfü Bey ise mahcubiyetten, merhametten ve o talihsiz geceden dolayı ilk defa bu kadar iki büklümdü.
Lütfü Bey’in elleri, karısının ellerine uzandı. Bu güzel eller sanki “40 yıl…” diye bağırıyordu. Aysel Hanım’ın etli ve küçük parmakları, Lütfü Bey’in uzun ve çelimsiz parmaklarıyla sanki minnet alışverişi yapıyordu. Topları tutmayı bir türlü beceremeyen ama her akşam evinin ekmeğini getiren adamın elleri; onca yıldır kocası ve çocukları için yemek pişiren, çocuklarına bakan kadının ellerini minnetle ısıttı. Lütfü Bey, Aysel Hanım’ın gözlerini yakalamak için karısının ellerini sıktı. Aysel Hanım, gelinliğiyle uyanıp kocasına “Günaydın.” dediği günkü gibi şaşkın, mavi, biraz da kırgın gözlerle bakıyordu. Kocasını hiç böyle görmemişti.
Lütfü Bey, elleri ellerinde, gözleri gözlerinde olan karısına “Seni çok seviyorum, beni hiç bırakma tamam mı?” dedi. Aysel Hanım’ın mağrur tavrı yerle bir olmuş, kale gibi dik sırtı bu nereden geldiği belli olmayan topla yerle bir olmuştu. Aysel Hanım’ın hiç duymadığı bu itiraf ona, ömrü boyunca bir tanecik gol atmak için bekleyen birinin, önünde buluverdiği topa hızlıca vurması gibi birden “Tamam.” dedirtmişti. Fileler göklere kadar havalanmış, Lütfü Bey hayatının en güzel golünü yemişti.

Hilal Furkan