SAKLI ÇOCUKLUĞUM
Sonbahar, geldiğini hissettirmek için yağmur damlalarını buluşturdu toprakla. Hissettiğim o koku, yüzüme düşen birkaç damla ister istemez geçmişimdeki hatıraları serdi önüme. Gri bulutlar maviliğin üstünü örttü.
Pencerede asılı kalan yağmur damlalarının yavaşça süzülmelerini izlerken zaman kavramım henüz oturmadığı için orada saatlerce bekledim. Elimi dayadığım kalorifer, sıcaklığını “Ben buradayım!” diye hissettirene kadar çekmedim. O tanıdık beden belirdiğinde yüzümde oluşan tebessümleri saklamadım. Dört gözle beklediğim geldi. Her zamanki siparişlerim bir elinde duruyordu. Tatlı heyecanım bana eşlik ederken minik adımlarımla ilerledim. Kendim kadar küçücük olan iki koltuk arasına saklandım. Varlığı korkusuzluğuma sebep olan geliyordu. Kapı… Ardından attığı adımlar ve tanıdık gelen sesi. Kendimi onun büyük ve güvenli kollarında buldum. Beni incitmekten korka korka sevdi. Parmakları saç tellerimde gezindi. Beni yere usulca bıraktıktan sonra elindeki poşeti uzattı. İçinde ne olduğunu bilsem de her seferinde aynı heyecanla açıyordum. Yüzümdeki gülüşlerime eşlik etti ve beraber aldığı çikolatalardan yedik. Onun büyük ellerinden tutarak oyun oynadım.
Zihnimde sayılı kalanlardan bu anıyı hatırlayınca buruk bir acı doldurdu yine içimi. “Keşke” dedim. Sustum. Bu sessizliğim çoğu zaman içimde fırtınalara eşlik etti. Bir gün evden gidip gelemeyeceğini bilseydim bırakmazdım onu. O küçük koltukların arasından kaldırmazdım. Dizine yatar, biraz daha sevmesini isterdim.
Zamanın yıllar içerisinde bana unutturduklarını hatırlamak istedim. Yine olmadı… Hayalimde canlandırabildiğim kadar yaşıyordum ben onu artık. Ondan geriye kalan, birkaç fotoğraftan ibaretti bende. Aldığı en son hediye en nadide tarihî eserdi benim için. On üç yıl… Koskoca on üç yıl. Sabahtan akşama kadar görmediğimde özledim sanırdım, meğer asıl özlemi tatmamışım.
Elimde sıkı sıkıya tuttuğum karanfilleri, usulca bıraktım. Karşımda duran eksik kalan yanıma baktım. Onda öğrenemediğim, hatırlayamadığım çok şey vardı. Yokluğunda bana tek öğrettiği sabretmek oldu. Onun sayesinde güçlü olmayı öğrendim. Belki çabuk büyümek zorunda kaldım ama içimdeki çocukluğum onunla yaşadı.
Şimdi onun yanındayken bütün kalkanlarımı indiriyor ve bana öğrettiklerini unutuyorum, kısa süreliğine. Daha çok öğretemedikleri yakıyor şimdi canımı. O yokken sakladığım çocukluğumu çıkarıyorum. Koyuyorum karşısına ve döküyorum içimi. Sarsın istiyorum tüm yaralarımı. Sevsin beni.
İçten içe kızsam da kokusunu bile bilmediğim bu adama özlemimi söylüyorum. Deli gibi onu yanımda istediğimi… Muhtacım onun sevgisine. Bana “kızım” demesine.
İliklerime kadar işleyen soğuk havaya yalnızlığım eşlik etti. Sözlerim tane tane toprağa karışıyordu. Babam, ilklerimin çoğunu kaçırdı. Mesela okulumun ilk gününü, mezuniyetimi, ilk izlediğim filmi, ilk kez çıktığım geziyi ve veli toplantılarımı… O olmasa da beni izler diye hep birinci olmaya çalışırdım ben. Yapamadığımız o kadar çok şey var ki saymakla bitiremem. Eksikliği var en ücra köşelerimde. Daha beraber karşılıklı içemediğimiz çaylar, edemediğimiz sohbetler, isteyemediğim izin ve harçlıklar…
İçimde daha fazla tutamadığım bu fırtına, birer birer akıyor gözlerimden. Sessizliğimi bozuyorum ve kelimeler tek tek çıkıyor ağzımdan:
“Daha ilk masalımı anlatmadın bana baba.”
Cevabını beklemeden kalkıyorum oturduğum yerden. Biliyorum çünkü o hep susar. Sessiz kalan birçok kişi de ona eşlik eder çünkü onlar bir avuç toprağın altında kalanlar.
Kimileri arkasında sevenini, kimileri küçük bir kız çocuğunu bırakıyor. Yine de her şeye rağmen hayat devam ediyor. Sana yaşamayı öğretiyor. Alıştırdıklarını benimsiyorsun zamanla.
Düşlerde büyütüyorum çocukluğumu artık, çıkmaz sokaklarımı geziyorum adım adım. Mezarlığın dışına çıkıyorum, sonra esen havayı ciğerlerime dolduruyorum. Yere sıkı sıkıya basan güçlü adımlarımla yola devam ediyorum. Hiçbir şey olmamış gibi hayata bir gülücük gönderiyorum. İşte bu da benim, aslında her insan gibi acılarımı içime gömdüğüm, dışarıya tebessüm saçan hikâyem.
Hamide Sıla Yiğit